Beckett’in “Murphy” adlı romanı, “Hep aynı dünyanın üzerinde ışıldıyordu güneş, başka seçeneği yoktu çünkü.” (s. 9) cümlesiyle başlar. Murphy de “sanki özgürmüş gibi”, kendini korumaya çalışır güneşten. Dolayısıyla ne güneşin bir seçeneği vardır ne de dünyanın. Bir kısır döngüdür yaşamak, bir mahkûmiyet, bir katlanış, hatta ceza; tıpkı Sisyphos gibi. Bunu kavramak, insanı hayatın ‘saçma’ olduğu fikrine götürür, hayattan koparır, uyumsuz, iletişimsiz ve eylemsiz kılar. Camus, Kafka, Beckett gibi yazarların romanlarındaki anti-kahramanların ortak yönü bu.
Murphy de böyle; sıra dışı ve uyumsuz… Üstelik “En ayrıntılı otopside bile kendini ele verme[yecek]” (s. 179) kadar kapalı. Ama şu satırlar bize yol gösterebilir: “Bu kitaptaki kuklalar, er ya da geç ağlayacak, Murphy dışında. O bir kukla değil çünkü” (s. 89). O hâlde karakterleri Murphy ve kuklalar şeklinde ikiye ayırabiliriz. Ve eğer aralarındaki farkları belirlersek Beckett’in felsefesini kavrayabiliriz.
Kanaatimce Murphy’yi âdeta bir ergen hevesiyle seven ve hayatta en hoşlandığı şey, karşılıklı “akıtılan aşk salyaları” (s. 86) olan Bayan Counihan ile yanındaki Neary, Wylie ve Cooper, dünya sirkinin cambazlarıdır. Onlar gibi cambaz değilse de, hayatın bir mahkumiyet olduğunun farkına varamayan, Murphy’yi bu mahkumiyete ‘iş’le bağlamak isteyen Celia’yı da –ama Murphy biraz daha yaşasa o, Bayan Murphy olacaktır (s. 182)- kuklalara dahil etmek gerekir. Onlar, dünyaya Murphy gibi bakmazlar. Nitekim Beckett’a göre Wylie dünyaya bir ‘röntgenci’, Murphy ise ‘falcı’ gibi bakar. Wylie’nin amacı dış gerçekliği görmek ve hazdır, Murphy ise görmek istediğinde gözlerini kapatır (s. 68). Kuklalar, hayata sahip olmak istedikleri için başarısızlıklarında ağlayacaktır. Oysa Murphy kısır döngünün farkındadır, beklentisi yoktur, bu nedenle kukla değildir ve ağlamayacaktır.
Kukla olmaya başkaldırmak! Romanın ana düşüncesi bu. Murphy bence hayatın saçmalığını ve buna mahkumiyetimizi fark ettiği için çalışmaya, “Quid pro qua (iyiliğe karşı iyilik) anlayışına, aşka ve cinsel tutkulara karşı çıkıyor, tercihin olmadığı bir dünyada çabalamayı gereksiz buluyor. Bu nedenle edilgenliği, aylaklığı -“iflah olmaz bir aylaktır” (s. 23)- benimsiyor, “Ubi nihil vales, ibi nihil velis”, yani “Hiçbir şey olmadığın bir yerden, hiçbir şey bekleme” sözüne uyuyor. Mistisizmdeki “dünyadan el etek çekmek” gibi… Amaçsız ve beklentisiz! Ama mümkün mü? Değil! Çünkü insan, bedenle ruh arasında parçalanmıştır ve beden bizi hazza ve ihtiyaçlara çeker. Murphy de yaşıyor bunu; “Celia’ya, baharatlı ekmeğe ve benzer şeylere” (s. 125) zaaf duyuyor. Buna rağmen dış gerçekliğe, bedenin haz ve ihtiyaçlarına bağlanmaya karşı bir düşünce egemendir romanda. Aynı doğrultuda “sağlıklı bir aklın göstergesini dış gerçeklikle kurulan ilişkiye bağlayan” (s. 124) yaklaşım eleştirilmekte.
Murphy, hayat karşısındaki bu mahkumiyet hâlini, yani hayatın saçmalığını ancak ‘sallanan sandalye’de unutur. Onunla dış gerçeklikten kopar, parçalanmayı hissetmez, aksine bedeniyle ruhu bütünleşir. Bir tür içe, kendi küçük dünyasına gömülme, ruhun engin karanlığında dinginliğe erişme, romandaki deyişle “Belacqua mutluluğu”dur (s. 82) bu. Ama geçici. Üstelik kendini çırılçıplak bağlıyor sandalyeye. Bence bu da, bedeni kontrol altına alma isteğine, bir tür çileye işaret ediyor.
Sonuçta varoluşun ve hayatın anlamını sorguluyor Beckett. Bir röntgenci gibi değil, Murphy gibi gözlerini kapatarak bakıyor dünyaya. Derinlerde gördüğü, hayatın saçmalığı, buna mahkûm olan insanın büyük acısı ve değişmez yazgısı! Çünkü intihar eden Murphy’nin külleri, saçma bulduğu bu dünyaya karışıyor yine…
Ubi nihil vales, ibi nihil velis evet!..