Uluslar, kendileri için tehlike oluşturabileceklerini düşündükleri ‘yabancı’lardan genellikle korkar ve bir ‘korunma’ psikolojisi içine girerler.. Şüphesiz tecrit yani ‘öteki’ni bir şekilde dışarıda bırakma veya içeride eritme, başvurulan en etkili yoldur. Claude Lévi-Strauss, ilkel toplumların bunu ‘yutma’ (antropofajik) şeklinde, yani ötekini kendi içinde eriterek uyguladığını söyler. Şimdi buna entegrasyon diyoruz. Egemen uluslar, çeşitli yöntemler kullanarak -Althusser’in deyişiyle devletin ideolojik aygıtlarıyla- ‘öteki’leri ya da ayrık otlarını ‘biz’e dönüştürüyorlar. Bauman ise buna ‘bahçe kültürü’ çalışması, arazinin ayrık otlarından temizlenmesi, nizam, intizam vs. diyor.
Yutma/ entegrasyon dışında bir başka yöntem ise ‘kusma’ (antropoemik), dışa atma, dışta bırakma, tecrit etme. Bu bağlamda hatta ‘hapishane’leri, esir ve mülteci ‘kamp’larını tecrit örnekleri arasında sayabiliriz.
Peki neden bu dışlama!.. İlki, egemen kültürün -dilin, dinin, gelenek-göreneklerin, ahlâkın, hatta ırkın- tahrif olacağı korkusu, ikincisi ekonomik kaygılar, işsizlik, geçim sıkıntısı vb. Ama bence sonuçta her ikisinin ardında da iktidarı, egemenliği kaybetme kaygısı yatıyor, dolayısıyla ‘öteki’, ‘biz’ için daima bir tehdit olarak algılanıyor.
Şimdi şurası bir gerçek, Afganistan, Irak, Suriye, arkasından Ukrayna savaşları, Ortadoğu’daki çatışmalar ve Afrika’daki yoksulluk, son yıllarda dünyada büyük göç dalgalarına sebep oldu. Türkiye ise sınırındaki çatışmalar sebebiyle göçten en çok etkilenen ülke.
Bunun sosyolojik problemler doğurmadığı söylenebilir mi? Hayır! Yoksulluk, işsizlik, bunun doğurduğu suçlar, ahlaki problemler elbette olacaktır, ki oluyor da!.. Dolayısıyla meseleye sadece ‘milliyetçilik’ ve ‘ensar’ gibi dinî ve millî kavramlarla bakmak yanlış, konuya daha geniş bir perspektiften bakmak gerekiyor.
Meselenin bu yönünü aklımızda tutalım, ama ben başka bir noktaya değinmek istiyorum. Avrupa, bu göç dalgalarına ve mülteci akınına nasıl bakıyor? Zweig’da da okumuştum, Avrupalı aydınların başlıcaları sık sık ‘Avrupalılık’, ‘Avrupa kültürü’ konusunun altını çizer ve ‘Avrupa kimliği’nin korunması gerektiğini vurgularlar. Hatta Bauman, Avrupa’nın birleşmesinde ‘ortak düşman’ kaygısının büyük bir rol oynadığını söyler (Bauman, Parçalanmış Hayat, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı, 2018, s. 329), arkasından göç dalgalarının bu birlik için tehdit oluşturacağının altını çizerek, Jürgen Habermas’ın bu konudaki uyarısını nakleder:
“Avrupa, Orta ve Doğu Avrupa’nın yoksul bölgelerindeki koşulları hızla iyileştirmeye uğraşmalıdır; yoksa mülteci ve göçmen akınına uğrayacaktır.” (s. 330)
Aslında bu satırlar, ötekiler olarak algılanan mülteci ve göçmenlerin Avrupalılık kimliğini bozacağı korkusunun ifadesinden başka bir şey değildir. Bunu Bauman, “Gerçekten bütün bu insanlar Avrupalı mı? Bulgaristan Avrupa’nın bir parçası mı? Türkler de bizim gibi bir Avrupalı mı? Avrupa denen çorba ne kadar baharat alabilir (…) Sınırın içinde bu kadar yabancı olduğu takdirde bütün o Avrupa kimliği rüyasının ne değeri kalacak?” (s. 331-32) diyerek açık biçimde dile getirir… Kaygı bellidir, bu göçmen ve mülteci dalgasının ‘Avrupa kimliği rüyası’nı yıkacağından korkulmaktadır. Avrupa’nın son Irak, Afganistan, Suriye, Libya vb. göç ve mülteci dalgalarına karşı tepkisi, bir tür tecrit/ kusma politikasıdır. Kanaatimce Türkiye bu politikada, kültürel yakınlıklar ve coğrafî konumu itibarıyla bir tampon bölge olarak görülüyor.
Türkiye’nin tampon bölge olup olmaması ayrıca değerlendirilmeli, ama Avrupa’nın tavrını hiç akıldan çıkarmamalı… Bu konuda Kavafis’in “Barbarları Beklerken” şiiri daima zihnimi diri tutuyor. Avrupa’yı bir tutan ve mülteci sorununa yaklaşımını belirleyen büyük ölçüde o ‘barbar korkusu’dur.