Madam Bovary’nin taşra sıkıntısı, Baudelaire’in Paris sıkıntısı, Sartre’ın ‘bulantı’sı, Camus’deki ‘düşüş’, Beckett’in Murphy’si, Sisyphus’un ‘nafile çaba’sı… Dünya bir yüktür, insanın omuzlarına kendi iradesi dışında yüklenmiş absürt bir yük. İşte modern sanat, bu yükün altında ezilen insanın angoisse’ından besleniyor, vardığı son nokta ise bir hiçlik; Ubi nihil vales, ibi nihil velis”, yani “Hiçbir şey olmadığın yerden, hiçbir şey bekleme” sözünde ifadesini bulan bir boşluk!.. Modern Batı edebiyatı, kanaatimce bu boşlukta kendisine bir çıkış noktası bulamayan Murphy’lerin metafizik titreyişlerini, ontolojik sızılarını, çaresizliklerini ve öfkelerini dile getirir.
Bence Türk edebiyatında Necip Fazıl ve Peyami Safa, aynı türden bir angoisse’la çırpınan, fakat bu angoisse’ı mistisizmin dingin dünyasına sığınarak bertaraf etmeye çalışan iki sanatkârdır. Buna rağmen her ikisinin eserlerinde tedirgin, huzursuz, zıt kutuplarda çırpınan bir ruhun çığlıkları ve öfkesi kuvvetle hissedilir. Benzer bir angoisse’ı ben daha çok iç konuşmalar, yorgun ve yılgın mırıldanmalar hâlinde Turgut Uyar’da da görürüm. İsmet Özel’de aynı angoisse, hem ontolojik hem de siyasal bir isyan, bir patlama ile vurulur dışa. Dili kılıç gibidir, suyu iyi verilmiş çelik. Angoisse, onda İslâm’ın vaat ettiği ‘ideal dünya’ya yol bularak hiçlikten ya da absürtlükten kurtulur. Günümüzde İhsan Deniz’in şiirinde, Hüseyin Su’nun hikâyelerinde de var benzer bir bunaltı. Onlar da bu ateşi din ve tasavvufun serin gölgesine sığınarak bertaraf etmeye çalışıyorlar.
Peki bunun dışında, kendi küçük, mütevazı, dingin dünyasında kalan, şiirlerini bir derviş sükûneti ve rızası içinde söyleyen, süsten ve büyük kelimelerden uzak mütevazı bir dil kullanmayı yeğleyen şairler yok mu? Var elbette! Meselâ Ziya Osman o şairlerden biriydi.
Başta şunu söylemek gerek: Saba, şiirini büyük ve gösterişli kelimelerle kurmaz. Meselâ Ece Ayhan’daki ‘dil canbazlığı’ yoktur onda, dil kendini öne çıkarmaz, yerini bilir, tabir caizse haddini aşıp şiirin önüne geçmez. Oysa oluyor bu! Kimi şairlerde dil, şiirin, hayalin, duygu ve düşüncenin önüne geçip, haddini aşabiliyor. Retoriğin caka satması!.. Saba buna asla meyletmez. Mizacı gereği.
Ziya Osman’ın şiirlerinin en bariz özelliği daima küçük ve mesut bir dünya tasvir etmesidir. Bu dünyanın merkezinde “Gözlerimin önünde hep aynı beyaz ev” (Cümlemiz, Can Yay., 2016s. 22) dediği üzere bahtiyar bir aile; ev, anne, baba ve çocuk vardır. Dolayısıyla çoğu şiirinde mutlu bir aile tablosu ve mesut bir dünya göze çarpar:
“Ne zaman aynaya baksam,
Görünüveriyor babam
Bahçem, odam, sofam,
Nereye geçsem, nereye çıksam” (s. 27)
“Derken dallardan, ılık iniveren akşamlar:
Evine dönen babam, camda bekleyen annem” (s. 76)
Onu en iyi anlayan ve anlatan şair Behçet Necatigil. Aynı mizaçtalar, aynı şiiri büyütürler. Necatigil, bir yazısında Saba ile Edip Ahmet Yüknekî arasında bir benzerlik bulur. Menkıbeye göre Edip Ahmet, dört fersah uzaklıktaki evinden her gün yürüyerek Bağdat’a gelir, dershanenin en arkasına oturup Ebu Hanife’nin derslerini sessizce dinledikten sonra yine yaya dönermiş. Bir gün Ebu Hanife’ye en çok hangi öğrencisinden hoşnut olduğunu sormuşlar: “Hepsi iyidir lâkin o dört fersahlık yoldan gelen ve en arkada oturan, gözleri görmez Türk, bütün öğrencilerimden üstündür.” (Behçet Necatigil, Bütün Eserleri, YKY, Delta, 2013, s. 1433) demiş. Ziya Osman’ın gözleri de Edip Ahmet’inki gibi dünyanın kötülüklerini, fesatlıklarını görmemiş, Türk şiirinin arka sıralarında oturmuş, “Yıkamak arzuları, hırsı, şehveti, kini/ Yepyeni ve tertemiz bir sabaha uyanmak…” (s. 85) dediği üzere hep kötülüklerden uzak sabahlara uyanmıştır.
Şiiri bembeyazdı!..