Özgünlük, sanatın asıl niteliği ve amacıdır. Özgün olan, yeni ve doğurgandır, kendini de başkalarını da değiştirme gücüne sahiptir. Ama kolay değil! Çünkü insan, sosyal çevrenin, inanç, gelenek ve ideolojilerin etkisiyle anonim bir dil, kalıplaşmış imgeler ve mantıkla kuşatılır. Ayrıca zihnin bir kabulü bırakıp başka bir kabulü benimsemesi de oldukça güçtür; çünkü genelde tutucu bir işleyişe yatkındır. Ancak özgün ve yaratıcı olabilenler, o zihinsel çerçeveyi ve kuşatmayı kırabilir. Ama bu, kökleşmiş kalıplarla ve gelenekle çatışmayı, hatta ötelenip yalnız kalmayı göze almayı gerektiriyor. Oysa sıradan insan genelde anonim bir kümeye intisap etmenin emniyetli saadetine, konforuna ve gücüne taliptir, edebiyatta ‘cemaatleşme’yi tercih etmesi, kendine ‘yoldaş’lar araması da bundandır. Ve maalesef doğurgan ve özgün düşüncenin önündeki en büyük engel de işte bu anonim ve konformist zihinsel çitlerdir.
Konuya bu açıdan baktığımızda, Türk edebiyatında özgün eserlerin bu denli az olmasının sebeplerinden biri, şair ve yazarların çoğunun zihinsel ve toplumsal cemaat güdüsü ile hareket etmesidir denebilir. Sonuçta zihinsel-toplumsal kalıplar ve egemen çevreler, sanatçıyı kendine tâbi kılmaya zorlamakta, aksi takdirde ise kültürel endüstrinin –özellikle basın-yayın araçlarının, kültürü yayan kurumların, örneğin okulların, ders kitaplarının vs.- dışına itmektedir. Bu, sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Örneğin Japon yazar Haruki Murakami, “Mesleğim Yazarlık” adlı kitabında Japonya’da da benzer bir zihinsel-toplumsal anonim kuşatmanın bulunduğuna, kendisinin de başlangıçta bu çerçeveye uymaya zorlandığına işaret etmektedir. Kuşkusuz bunda geleneğin ve uyumun öncelendiği Japon kültürü önemli bir rol oynuyor. Ve sonuçta “kültürün tek kutba yoğunlaş[tığı]” (s. 70) bu tür toplumlarda özgün düşünce ve eser üretmek zorlaşıyor. Söyleyeceklerimi Murakami’den aldığım şu cümlelerle açıklamak istiyorum:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra (…) her eser ve yazarın durduğu yer, ilerici mi gerici mi, sağcı mı solcu mu, saf edebiyat mı popüler edebiyat mı gibi koordinatlar üzerinden net bir şekilde belirlenirdi. Ve çoğu yayınevinin (bunların tamamına yakını Tokyo’da toplanmıştır) çıkardığı edebiyat dergileri, edebiyat tanımına girecek şeyin çerçevesini belirleyip yazarlara çeşitli ödüller vererek (bir anlamda yem atarak) bunun teyidini sağladı. Böylesi sağlam bir sistem içinde, bir yazarın kişisel olarak başkaldırması pek kolay değildir. Diğer bir deyişle koordinatlardan sapmak, edebiyat piyasası içinde bir başına kalmak (yem verilmeyecek yazar) anlamına geliyordu. (…) Editörlerden, ‘bunun başka bir örneği yok, alışılmış olan budur çünkü’ gibi cümleleri defalarca işitmiştim.” (s. 70-71)
Bu satırlarda anlatılanların aynısı, hatta daha fazlası Türk edebiyatı için de geçerlidir. Sanatsal özgünlüğü değil, iktidarı ve zihinsel konforu amaçlayan (kültürel iktidar tartışmalarında da görüleceği üzere) imtiyazlı bir kıskaç, şairin-yazarın zihnini birtakım aygıtlarla anonim olmaya, edebî cemaatlere uymaya zorluyor. Oysa şair Zbigniev Herbert’in dediği gibi; “Kaynağa ulaşmak için akıntıya karşı yüzmeli. Akıntıyla yüzüp giden şey çöptür sadece”. Ama bu yetmez, her özgün düşünce devinebilmek için sıra dışı zihinlere sahip muhataplara ve özgürce akabileceği bir arka ihtiyaç duyar. Aksi takdirde yazgısı, anlaşılmamak ve yalnızlıktır!.. Peki özgün yazar, bundan yakınmalı mı? Hayır! Asıl rahatsızlık duyması gerekenler, onu anlayabilecek zihinsel genişliğe sahip olamayanlardır. Çünkü onların, Stravinsky’nin “Bahar Ayini” Paris’te ilk çalındığında bir şey anlamayıp yuhalayan anonim ve konformist zihinlerden farkı yoktur!..