"Şimşek çakmadan gök gürlemez" derler.
Büyükelçi krizinde, ses var ama görüntü yoktu.
Oysa gürleme, şimşek çaktıktan sonra duyulmalıydı.
Cumhurbaşkanı kesin talimat verecek de Dışişleri direnecek, mümkün mü!
Karacaoğlan'ın "Azrail gelmiş de can talep eder/Benim can vermeye dermanım mı var" dizelerini hatırlatıyor.
Açıkladığına göre doğrudur, elbette Cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'na bir talimat verdi.
Fakat o talimat kesin bir dille verilse 10 büyükelçi, derhal 'istenmeyen kişi' ilan edilmez miydi? Dışişleri'nin direnmeye dermanı mı olurdu?
Zaten Erdoğan'ın ifadesinden de ucunu açık tuttuğu anlaşılıyor.
'Ağırlamak zorunda değiliz, istenmeyen kişi ilan edilmeleri konusunu hemen halledeceksiniz' şeklindeki ifadeler, Dışişleri'ne inisiyatif alanı bırakıyordu. Halletmenin bir yoluna bakmalarını söylüyordu.
Aksi düşünülemez. Yoksa Erdoğan talimat verecek de Dışişleri ikiletecek, oyalayacak, zamana yayacak, formül arayacak...Kim inanır!
Peki, maksat yağmak değildiyse ne demeye esip gürlendi derseniz...
Karşı tarafı panikletmek, 'gözü kararttı' mesajı vererek Biden'ın telefona sarılmasını sağlamak, ay sonu Roma'da Biden'la randevuyu ve iyi geçmesini garanti etmek, alttan alarak Ankara'yla uzlaşmaya zorlamak içindir.
Geçmişte denenmiş ve sonuç vermiş bir taktik değil mi?
El havaya kaldırıldı ama vurulmuyorsa...'Bak vururuz ha, getirtmeyin bizi oraya' diye göz korkutuluyordur.
Sırf Kavala'yı içeride tutmaya devam etme ve yargımıza müdahale ettirmeme meselesi olsa...Avrupa Konseyi'nden çıkarak, AİHM'den çekilerek, Anayasa'mızı değiştirerek başlamamız gerekirdi.
Anayasa'mızda 'karışabilirsiniz' yetkisi tanıyan biziz. Müdahale hakkı veren biziz. Kendi Anayasa'mıza, AİHM ve Avrupa Konseyi kararlarına uymaya çağırdılar diye 10 büyükelçiyi sınır dışı etmeye kalkan da biz.
İkisi bir arada olamayacağına, Rahip Brunson'la gazeteci Deniz Yücel ve başka örneklerle bağımsız yargı uygulamalarımız ortada olduğuna göre...Altında başka bir sebep olmalıydı.
Biz de ABD'de, Avrupa'da, Mısır'da, şu bu ülkelerde yürüyen yargı süreçlerine laf etmiyor muyuz? Adalete, insan haklarına saygıya çağırmadık mı?
Demezler mi; siz yapınca hak, iç işlerine karışmak değil de biz yapınca mı iç işlerinize karışmak?
Maksat gözü kararttığımızı göstermek, karşı tarafı uzlaşmaya zorlamak olmasa büyükelçilerle ilgili talimatın gereği çoktan yapılmış olurdu.
Demek ki Kavala araç, onun üstünden bir müzakere yürütülüyor. Büyükelçilerin çıkışı da fırsat görüldü, bir yarma harekatı denendi.
Büyük yangınlar, bazen karşı ateş yakılarak söndürülür.
Fakat çıkarılacak kontrollü yangın, söndürülecek yangından daha büyük olur ve rüzgarın yönü doğru hesaplanmazsa felaketle de bitebilir.
Yazının burasında, tam da beklenen tepki ve telefonların gelmediğini, daha büyük bir yangının da tutuşmak üzere olduğunu söyleyecekken o haber geldi.
ABD ve diğer 9 elçilik, 'iç işlerine karışmama prensibine bağlıyız' tivitleri attı veya paylaştı. Cumhurbaşkanı da olumlu karşıladı.
Tehlike ucuz atlatıldı. Kavala ise hala adaletin yolunu gözlüyor.
TÜGVA yurtları kışla mı ki?
Görüntüleri izlemişsinizdir, ürpertici. Bilal Erdoğan kürsüde. Salonu dolduran TÜGVA'lılarsa ayakta, kürsüye doğru kol selamı vererek bir ant içiyorlar.
Komando Yemini'nden uyarlamaymış...
"Biz TÜGVA erleri" diye başlıyor. Kafirleri yenmekten dem vuruyor. "Her yerde ben varım; havada, karada, denizde" faslında üç kere de "Adalar'da" diye tekrar ediyor. Ve Allah'tan, peygamberden bahisle "Başkomutan Erdoğan" sloganına bağlıyor. Tekbirlerle...
Olacak şey değil, inanmakta zorlandım. Montajdır, mizansendir, gerçek değildir diye bir yalanlama bekledim.
Yurtları kışla mı, barındırdığı öğrenciler asker mi, din savaşına mücahit milis mi yetiştiriyor ki TÜGVA, militarist marşlar okutuyor?
Bir sivil toplum kuruluşu bu militarizme nasıl izin verir, nerelere çekilmekte olduğunu da mı anlamaz! Akıl alır gibi değil. Artık ne dense boş.