Cumhurbaşkanı, TRT yayınında parlamenter demokrasiye niye dönmememiz gerektiğini şöyle anlattı:
“Parlamenter demokrasi artık bizim için mazi oldu. Hiçbir istikrarı olmayan koalisyonlarla iç içe sürekli zararda olan dönemleri yaşadık biz. Türkiye çok partili sistemden huzur bulamıyor, netice de alamıyor. Koalisyonlar dönemine dönmeyi milletimiz asla istemiyor.”
“Çok partili sistem” diyor ama “çok partili hükümet”i kastettiği anlaşılıyor.
Yoksa ‘tek parti rejimi’ne özlem duyduğu sonucu çıkar ki, ‘CeHaPe zihniyeti’ diye kötülediği şey bu.
Demokratik gelişme sürecimiz, mutlakiyetçi padişahlık idaresinden onu anayasa ve meclisle sınırlandıran meşrutiyet rejimine, oradan da tek parti dönemi ve çok partili sisteme doğru ilerledi. Binbir mücadeleyle...
Çok partili sisteme geçişe CHP bile direnemedi. Önünü, ‘tek adam’ İnönü açtı.
Erdoğan, milletimizin tek parti rejimine geri gitmek, demokratikleşme tarihimizi tek adamcılığa doğru terse cevirmek istediğini söylemiş olamaz.
Darbe yönetimleri bile bunu başaramadı. Sandığı ve çok partili seçimleri milletin önüne geri koymak zorunda kaldılar.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın kastı, çok partili demokrasiden tek partili rejime geri dönmek ve bununla övünmek değildir.
Yalnız, muhalefetin parlamenter sisteme dönüş çağrısını, tek başlılık sisteminden çok başlılığa geri dönmek gibi gördüğü açık. Ve bunu niye tehlikeli bulduğunu ifade ediyor.
“Devlet idaresine istikrarı getirdik” cümlesi de bunu vurgulamıyor mu?
Fakat şu anda iktidarda tek parti yönetimimi var?
Koalisyon dönemleri geride kaldıysa AK Parti, MHP ile niye seçim ittifakı kuruyor?
Perinçek’in Vatan Partisi, iktidara dışarıdan destek veren ortak rolü oynarken kendi kendine mi gelin güvey oluyor?
Ayrıca İYİ Parti ile Saadet’i Cumhur İttifakına katma ihtiyacı nereden doğdu?
Çalkantılı, bunalımlı ve istikrarsız 90’lı yıllarda bile en fazla üç partili koalisyonlar görüldü.
Onlar çok başlıydı, millete huzur vermiyordu da beş partili ittifak mı tek başlı oluyor, millete huzur ve devlete istikrar sağlıyor?
Cumhurbaşkanlığı sistemi, koalisyonları bitirme vaadini yerine getiremedi. Yetkileri tek elde toplarken tek partinin iktidara gelme ihtimalini de bitirdi.
Sistem, cumburbaşkanını tek yetkili yaptı ama bu tekelini çok ortakla paylaşmaya da muhtaç ve mahkum etti.
Kaldı ki emniyet müdürünün İçişleri Bakanı’na meydan okuması, Bakan’ın İstanbul emniyetine söz geçirememekten yakınması, Adalat Bakanı’yla İçişleri Bakanı’nın örtük suçlamalarla atışması, bakan ve bürokratların birbirleriyle ters düşüp sürtüşmesi ancak koalisyonlarda mümkün olurdu.
İttifak partileri arasındaki görüş ayrılıklarını bırakın, bu tür çatışma ve gerginliklere artık AK Parti içinde rastlanıyor. Ayyuka çıktı, bütün cihan biliyor.
Bilmezden gelerek nereye kadar!
Nankörlük ve intihar
Cumhurbaşkanı, yine TRT yayınında, salgın dönemi çiftçiye, esnafa, işsize, fakir fukara ve garip gurebadan 7 milyon haneye yaptıkları devlet yardımından bahsetti. Bunları yetersiz bulanlara da “Nankörlüğün boyutu yok” diye tepki gösterdi.
Yazıya oturduğum sırada ise bir haber düştü önüme.
Mersin Akdeniz’de yaşanan kahredici bir intihar vakası, belediye meclisine taşınmış.
Muhalefet, dara düşenlerin çıkmazına ve yoksullaşmanın acı boyutlarına dikkat çekmiş.
Habere göre, AK Partili Başkan Mustafa Gültak’ın itirazı ise şöyle olmuş:
“Türkiye’de ilk kez intihar olmuyor. Kesinlikle fakirlikten intihar olmaz. O zaman memleketin yarısının, dünyanın hepsinin intihar etmesi gerekir. Hindistan’ın yüzde 80’i fakir, Pakistan, Afganistan, Afrika’ya gidin hepsi fakir. İsveç, Norveç, Danimarka dünyada en çok intihar eden ülkeler. Neden intihar ediyorlar, parasızlıktan mı?...”
Bir yanda, ekonomik sıkıntıdan şikayet edenlere nankörlük tepkisi...
Bir yanda da “Parasızlıktan intihar edilse memleketin yarısı etmişti” anlamına gelen bir iktidar savunması...
Ve her ikisinde kendini ele veren iç tutarsızlıklar...
Üstüne söylenecek söz yok. Fotoğraf, durumu fazlasıyla anlatıyor.