Aklı başında, muvazenesi yerinde, ne dediğini bilen eleştirileri tenzih ederim. Lafım, kurulmuş otomat gibi iki dakika düşünmeden otomatik tepki verenlere, tevil götürmeyecek deli saçması zırvalıklarla saldırıya geçenlere...
Belediye başkanlarının istifaya zorlanmasını, ‘seçimle gelen kendi seçimiyle gidiyor işte, demokratik siyasete nesi aykırı’ diye savunan mı yok...
‘Kırk katır mı, kırk satır mı siz bilirsiniz, kararınızı verin, seçim sizin’ denince, öne seçenekler konduğu için seçimle gelenin seçimle gitme meselesi hallolmuş sayan mı...
Mantıksal tutarlılık derdi olmayan, dengesi bozuk tepkilerden bahsediyorum.
Bir psikiyatr ‘hezeyanlı bozukluk’ teşhisi koysa da, ben her vakanın bilinçsizce saçmaladığını düşünmüyorum.
Bilerek kendini kandıranlar var, kendi kendilerine bile yalan söyleyenler, asla inanmadıkları yalanları...
Buyurun güncel örnek. Osman Kavala’ya ‘yerli Soros’ ve ‘STK faaliyeti maskesiyle ajanlık’ yaftası asarken ‘yargısız infaz’ tehlikesine dikkat çekmiştim.
Tepkiye bakın:
“Gazeteci Mustafa Kaplan El Kaide Türkiye sorumlusu iftirası ile yaftalanınca gıkı çıkmayan ama bir Baron için MASUMİYET KARİNESİ aklına gelen Akif Beki, Cumhurbaşkanı’na da karineyi hatırlatabilecek mi?...”
HER YERİNDEN DÖKÜLEN BİR AKILDANELİK
Cumhurbaşkanı’na masuniyet karinesi neden hatırlatılamıyormuş ki, bu hadsizlik mi, suç mu?
Ayrıca, hatırlatmanın cesaret işi olduğunu ima etmek, sıkar demek... En başta, ‘adalet arıyorum, üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü için mücadele ediyorum’ diyen Erdoğan’ın siyasi iddiasını inkar değil midir?
Tutmuş, haklının güçlü değil, güçlünün haklı olduğu bir düzende yaşadığımızı varsayıyor. Sanki bu kendisini haklı çıkarırmış gibi...
Hem, FETÖ yargıyı çıkarlarına alet ederken, adaleti araçsallaştırırken, sahte delil ve suç uydurup kumpaslar kurarken, masum insanları hain, ajan, terörist, darbeci üfürmeleriyle içeri atarken ben ne mi yapıyordum?
Otomatlık yapmıyordum en azından. Önüme her konan polis fezlekesine gözü kapalı inanmıyordum. Medyaya sızdırılan suçlamaların doğruluğunu sorguluyordum, somut kanıtlarla ikna edilmeyi talep ediyordum. Bugünki gibi yani...
Bu arada “Bir cemaat ferdi insan teki olabilir ama birey midir” yazısını da 2012’de, haşhaşi ve mankurt nitelemeleri bulunmazdan çok önce yazdım.
“Türkiye’yi sarsan Tahşiye gerçeği” anonsuyla, Tahşiye terör örgütü davasındaki kumpası ise 2014’te ekrana taşıdım. Terör sanığı olarak içeride yatırılan kumpas mağdurlarını ilk kez canlı yayına çıkardım, içlerinde Tahşiye Yayınevi’nin kurucusu Mustafa Kaplan da vardı.
PROPAGANDA MAKİNESİ BUNA KADİR DEĞİL
Ve “Sana kim yalan söylüyor şakirt” başlıklı yazıyı da o günlerde döşendim.
Kastettiğim, Tahşiye yalanlarıydı. ‘El Kaidecileri yakaladık’ manşetleriyle sunulan yalanlar.
Davanın çürüklüğünü, düzmeceliğini bastırma telaşıyla bağırıp çağırma taşkınlıkları, abuk subukluğa varan abartılı, zorlama iddialar gırlaydı.
Fakat altı boşken tutar mıydı?
Başlama işareti bizzat Pensilvanya’dan gelen, STV’deki ‘karanlık kurul’da senaryosu işlenip altyapısı hazırlanan bir operasyon olarak yargılanıyor şimdi.
Kumpasa karışan polis ve savcının yanı sıra, STV’deki o propaganda dizisiyle kara propaganda güçlerine güvenen operasyon gazetecileri de sanık sandalyesinde...
Gerçeği bildikleri halde yalan söyleyen komplo cengaverleriydiler, süper kaziptiler.
Millete, beyin yıkama kampanyalarıyla deli gömleği giydirip bir illizyona hapsedebileceklerini, bir yalana ilanihaye inandırabileceklerini sanıyorlardı, yanıldıklarını öğrendiler.