Sultan Abdülhamid pantolon giyerdi. Onu deviren İttihatçılarla en sıkı muhalifleri Genç Osmanlılar ve Jön Türkler de öyle.
Büyük Doğu dergisini çıkaran Necip Fâzıl, kravat takardı. Nâzım Hikmet'le fikren ayrı uçlarda dursa da kılık, kıyafette ayrışmazdı.
Milli şairimiz Mehmet Akif'in tercihi de pantolonla kravattı. Tevfik Fikret'le inanç ve anlayışta ayrışırlardı. Birbirlerini Molla Sırat'la Zangoç'a benzetecek kadar ayrı dünyalardandılar. Ama kılık, kıyafette pek ayrışmazlardı.
Bilal Erdoğan'ın, kimlik ve kültür olarak hangisini rol model aldığı açık. Fakat kimi benimserse benimsesin, rol modelleri de şalvar giymezdi.
Gelin görün ki Bilal Bey, katıldığı bir YouTube yayınında şalvar giyememekten şöyle şikâyet etti:
"Dış görünüşüm, benim kültürüm değil. Batı'dan aldığımız kravat ve ceket. Şalvar giymek daha rahat ama şalvar giydiğin zaman yobazsın, gericisin. Bunu giydiğin zaman medenisin. Bu ikilemden çıkamıyoruz, 200 yıldır böyle..."
Kültür ve kimliğimizi giyim, kuşamda Batı'dan ayrışmakla tanımlıyor.
Bu, eski ve aşılmış sandığımız bir tartışmaydı. Fes-şapka çatışması aşıldı, kravat modası bile geçmeye yüz tutuyor. Şalvar-pantolon çatışmasının hâlâ aşılmadığını görmek, çoğu kimseyi o yüzden şaşırttı.
Oysa... 'Batılılaşma maceramız, Osmanlı sarayında başladı' cümlesi dahi arkaik bir klişe kalıyor artık.
Modernleşmenin Batılılaşmak, görünüşte Batı'ya benzemek olmadığını mı anlatmak istedi?
Kendimiz gibi kalarak modern dünyaya ayak uydurmak için, Osmanlı İstanbul'unda dahi demode olmuş şalvar giymek şart değil herhalde. Ayrıca yasak da yok, isteyen giyiyor.
Kimliğimizi unutmadan, kültürümüzü terk etmeden Batı'nın okullarında okuyabiliyoruz da kıyafet modasına uyamıyor muyuz?
ŞALVARLA PANTOLON SANKİ DİNİ SEMBOL
Gardırop gelenekçiliği veya muhafazakârlığı, selefilik gibi en tutucu versiyonunda bile aşılabiliyor. Canlı örneği Colani. Kâfir Batı'nın sembolü diye takım elbise ve kravat giymeyi sorun etmedi. Modadaki değişime direnmiyor, itikat meselesi görmüyor.
Müslüman Doğu'yla Hristiyan Batı arasında sıkışıp kimlik bunalımına düşmemek için... İlla bağlamayla gitar, kanunla piyano, zurnayla trompet arasında bir tercihte mi bulunmamız gerekir?
Abdülhamid alaturka sevmez, alfranga müzik ve âletlerini severdi.
O tartışma geçen asırdaydı. Doğu'yla Batı'yı temsilen enstrümanların çatışması, yüzyıl öncesinde edebiyatımızın en çekici konularındandı. Peyami Safa'nın Fatih-Harbiye romanında işlenir.
Hatta yırtmaçlı İngiliz süvari ceketi redingotla onun yerli taklidi istanbulin arasındaki seçim de edebiyatçılarımızı vaktiyle epey meşgul etmişti.
Yakup Kadri, Kiralık Konak romanında istanbulinden yana tavır aldı. Onu kimlikli, yerli ve milli buluyordu.
Diyordu ki:
"İstanbul’da iki devir oldu: Biri istanbulin, diğeri redingot devri…Osmanlılar hiçbir zaman bu istanbulin devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar. Tanzimat-ı Hayriye’nin en büyük eseri, istanbulinli İstanbul efendisidir.”
Ve "sonra redingot devri geldi ve redingotun içinden yarı uşak, yarı kapıkulu, riyakâr, âdi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray hademesi hâli vardı... Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin üslubu kaldı; her şey gelenek dışına çıktı..."
Falih Rıfkı Atay'sa aksi görüşteydi. "Sarıklı, şalvarlı ne isek fesli, redingotlu veya silindirli, fraklı yine oyuz" diyordu.
Abdülhamid döneminde istanbulin, yerini redingot modasına bırakınca her yenilik gibi bu da direnç ve yadırgamayla karşılandı. Halbuki ikisi de yeni icattı. Üstelik 2. Mahmud'un sarık yerine fes yeniliği kadar büyük bir farkları yoktu.
Milli şairimiz Mehmet Akif de sığ, şekilci yaklaşımlardan payını almıştı. Zihniyetinden dolayı Ankara'da gerici, Arap âşığı olmakla suçlanırken... Entari giymediği zaman Mısır'da gâvura özenmekle, Batı hayranlığı ve Frenk mukallitliğiyle yaftalandığı söylenir.
Çağ değişti, kimlik karmaşamız ve argümanlarımız değişmedi. Sanırsınız şalvar Müslümanlığın, pantolonsa Hristiyanlığın sembolü.
Belki de coğrafya kaderdir, ne diyeyim.