Altı muhalefet partisi lideri, ikinci kez buluştu.
İlk buluşmalarından “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakatı” çıkmıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, o mutabakatın yurt dışında hazırlandığını öne sürmüştü.
Yurt dışında hazırlanan bir raporu, kendi çalışmaları gibi sunduklarına dair bir suçlamaydı.
İktidar ittifakı, bir yandan da masanın altında gizlenen yedinci bir parti daha olduğunu iddia ediyordu. O da HDP oluyordu.
Hatta komployu bir adım daha ileri götürmüşlerdi. Altı muhalefet lideri, güya Türkiye’nin egemenlik haklarını tartışmaya açmak, Kıbrıs davasını satmak, Ege adalarını Yunan’a peşkeş çekmek ve Ayasofya’yı da tekrar müze yapmak için anlaşmışlardı.
Altı lider, ikinci zirveden sonra bir ortak bildiriye daha imza attı.
Orada iktidarın, seçim sistemi ve barajla oynayarak Altılı Masa’yı bozmayı amaçladığı tespit ediliyordu.
Ve muhalefeti dağıtma mühendisliklerine karşı liderlerin, bir arada kalma kararlılığı vurgulanıyordu.
Bir de ortak yol haritası ve sandık güvenliğiyle ilgili çalışma grupları oluşturdukları bildiriliyordu.
İktidar cephesi, henüz bu ikinci zirveye bir kulp uydurmadı. Akılları hala ilk zirvede.
İçişleri Bakanı Soylu, Erdoğan’ın ortaya attığı ve arkasını getirmediği ‘dış bağlantı’ teorisini geliştirdi.
Komployu, şöyle bir boyuta taşıdı:
“Kılıçdaroğlu biraz doğruysan, biraz dürüstsen, biraz bu millete ait en ufak bir inancın varsa, ilk Altılı Masa toplantısından sonra, sen beraber oluşturduğunuz, o hepinizin tutanak altına almaya çalıştığı bildiriyi hangi büyükelçiliğe düzelttirmeye gönderdin? Biraz edebin varsa bunu açıkla. O masadaki diğer 5 kişi de Kılıçdaroğlu’na, bizden sonra hangi temsilci ile bunu bir büyükelçiliğe gönderdin, bunu redakte ettirdin? Kendilerine, tabanlarına ve bu aziz millete en ufak bir saygıları varsa sorsunlar. Bu ülke öyle büyükelçilere beline kadar eğilip, onların efendilerine uşaklık yapanları çok görmüştür. Bu ülke Avrupa’nın, Amerika’nın tezgahlarıyla, oyunlarıyla vesayet kuranları çok görmüştür...”
Suçlama, altı muhalefet partisi liderine. Suçun niteliği, vatana ihanet. Suçlayansa İçişleri Bakanı.
İşlendiğini, kesin bir dille iddia ediyor. Mafyadan 10 bin dolar aylık alan siyasetçiyi, İBB’de işe alınan teröristleri bildiğinden emin olduğu gibi.
Görevi, suçla mücadele. Ama gereğini yapmıyor. Niye yapmadığını da belirtmiyor. O siyasetçinin ismini, o büyükelçiliğin hangisi olduğunu sakladığı gibi.
İktidar, muhalefetle değil casusluk ve terör faaliyetleriyle mücadele ediyorsa, böyle mi edilir!
Soylu, böyle esip savurmaların millete “öyleyse nerede bu devlet” dedirteceğini de görüyor olmalı.
Yoksa şunu tekrarlar mıydı:
“Şimdi ‘nerede bu devlet’ diye bir cümle yok. ‘Allah devlete, millete zeval vermesin’ diye bir cümle var”.
BAKALIM SÖZLERİNDEN TANIYACAK MISINIZ?
İlk yazıyı okuduysanız, cevabını bulmakta zorlanmayacağınız bir soru size...
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Brüksel’de katıldığı zirveden dönerken NATO’nun Avrupa güvenliği için vazgeçilmez olduğunu, bütün NATO liderlerinin de Ukrayna’daki Rus saldırısını durdurmak için çırpındığını söylemişti.
Yine de duymamış gibi NATO’ya rest çeken bir kişi var.
Bölge ülkelerini ve dünyayı, ABD ile AB ve NATO’nun tasallutlarından kendi iktidarlarının kurtaracağını söylüyor.
Sadece dünyada huzura kefil olmakla kalmıyor, içeride de huzuru sağlayacaklarına yemin ediyor, şahsen söz veriyor.
Diyor ki: “Vallahi yeminim olsun, bir tek milletimden bir kişinin huzurunu bozan olursa hayatı dar ederim, dar ederim, dar ederim.”
‘Bacak kırma’ lafları da ağzından düşmüyor.
Eski Avrupa’da olsanız, güvenlik ve adaletten sorumlu bir vikonta mal edebilirdiniz bu söylemi. Baronu, barondan rütbeli kont yardımcısı vikontları bırakın, kontları bile aşar bugün.
Kendi adaletini sağlayan, yetkisini kanundan almayan halk kahramanları ise vigilante filmlerinde, romanlarda yaşıyor artık.
Demokratik hukuk düzenlerinde kimse, kanunun üstünde davranamaz. Huzuru kendi başına sağlamaya kalkışanlar, karşılarında hemen kanun hakimiyetini sağlamakla görevli İçişleri bakanlarını bulur.
Şimdi tahmin edin, bunları söyleyen olsa olsa kimdir?