Ya da dayanılmaz kışkırtıcılığı mı deseydim?
Alternatif başlık fikrini Hasan Cemal'den ilham aldım. Dün T24'teki yazısına, başlık seçerken yaşadığı kararsızlıkla başlamış.
Başlıkta "Yaşarken ölmek ya da hayatının efendisi olmak.." yazıyor.
Giriş cümlesi ise "Ya da Ahmet Altan'a mektup yazmanın dayanılmaz ağırlığı..."
Yazmaya oturduğumda benzer bir zorlukla boğuşurken buldum kendimi. Nereden başlayacağını bilemiyor insan.
Üstüne şunu da ekleyin; Altan'ın 'Bir Cümle' başlıklı denemesinde, hangi cümlesini kaldırsanız altından karanlık bir maceraya açılan gizli geçit kapıları çıkıyor. Karşı konmaz bir kışkırtıcılık, neresinden tutacağınızı şaşırmaz mıydınız?
Hasan Cemal, "Ahmet günaydın" diye, lafa sellemehüsselam dalarak şöyle kolaylamış:
"Huzurlu bir Eylül sabahı...
Böyle bir Eylül sabahı seni evden alıp hapse atmışlardı.
10 Eylül 2016. Üç yıl geçmiş..."
Daha fazla dağıtmadan ben de toparlıyorum.
P24, gözaltına alınışının üçüncü seneidevriyesinde, Altan'ın 'Bir Cümle'sini Türkçede ilk kez yayınladı. 9 Eylül'de ve şu takdimle:
"10 Eylül 2016 sabahı 'darbeye ilişkin subliminal mesaj vermek' suçlamasıyla gözaltına alındı. 23 Eylül 2016’da tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne gönderildi ve Yargıtay’ın hakkındaki ağırlaştırılmış müebbet cezasını bozmasına rağmen hâlâ Silivri’de tutuluyor.
Altan’ın cezaevinde yazdığı 19 denemeden oluşan kitabı 'Dünyayı Bir Daha Hiç Görmeyeceğim' birçok dilde yayımlandı...
Türkçede henüz basılmayan bu kitabın 'Bir Cümle' başlıklı ilk denemesinde Altan, tam üç yıl önce bugün gözaltına alınışını anlatıyor..."
Ama bugün gibi anlatıyor, size de yaşatarak, deneme değil sineroman havasında.
İlk kelimesi "Uyandım". Sonrası su gibi akıyor.
Bayram sabahı beklenen bir misafiri hazır karşılarcasına karşılanan polis, kapı arkasındaki bir çift göz gibi sizi de içine çekerek gizli tanıklaştıran bir canlandırma, oradaymışsınız hissi veren iç ve dış ortam tasvirleri, atmosfere sinen tuhaf haletiruhiye detayları ve kendi gözünün önünden gelip geçen dağdağalı bir geçmişin silinmez hatıraları...
O sabahın hikayesini okutmuyor, zihnine kurduğu sinema perdesine yansıtarak kendi gözünden sahne sahne izletiyor. Arada ileri geri de sararak, çifter dikişlerle...
Berrak, yalın, abartmadan, süslemeden, yabancılaştırmadan, gerçeklikten koparmadan, bağırıp çağırmadan, boyasız makyajsız bir teşhir.
Arka fona ise hukuk ve demokrasi mücadelesinin gölgesi vuruyor kendiliğinden; bir ileri iki geri, bir görünüp bir kaybolan doğal akisler...
Başa dönersek, Hasan Cemal'in nazire yaptığı şu kesiti alın mesela:
"Huzurlu bir Eylül sabahı, benim evimde olanlardan habersiz uyanıyordu.
Polisler evi ararken çay suyu koydum.
--Çay ister misiniz, dedim.
İstemediklerini söylediler.
Babamın sesini taklit ederek:
--Rüşvet değildir, dedim, içebilirsiniz.
Tam kırk beş yıl önce gene böyle bir sabah vakti, bu kez babamı almak için evimizi basmışlardı.
Babam onlara 'kahve içip içmeyeceklerini' sormuş, onlar istemediklerini söyleyince de gülerek, 'rüşvet değildir, içebilirsiniz' demişti.
Yaşadığım “déjà vu” değildi.
Aynı gerçeğin tekrarıydı.
Bu ülke tarih içinde çok yavaş hareket ettiğinden zaman ileriye doğru gidemiyor, dönüp kendi üstüne katlanıyordu.
Kırk beş yıl sonra aynı sabaha dönmüştü zaman.
Kırk beş yıl süren bir sabah içinde babam ölmüş, ben yaşlanmıştım, şafak ve baskın değişmemişti..."
Sanırım anlatıyor, okurken neden üstüme başlığa da koyduğum o ağırlığın çöktüğünü.
Fakat korkmayın, gözünüz yılmasın, okuru ya da seyirciyi ezmiyor altında.
Ayrıca çöken sadece ağırlık, karamsarlık filan değil. Bırakın yılgınlığa kapılmayı, semtine bile uğramıyor Altan'ın.
Yahya Kemal'in 'Rindlerin Hayatı' şiirindeki o vakar içinde çıkıyor karşımıza; eyvallahı yok, aldırışsız ve dik:
"Bâzan kader, gelen bora halinde zorludur/Dağlar nasıl bakarsa siyah ufka öyle bak.../Bir aslan esniyor gibi engin vakar ise/ Rindin belâya karşı kayıtsızlığındadır."