Fransa’daki “Sarı Yelekliler isyanı”nın bütün dünyadan ilgiyle takip edildiğini düşünmek yadırgatıcı değil. Her ülke bir yönüyle olayı kendisi ile ilgili bulabilir.
Dünya geçtiğimiz yıllarda “Arap Baharı” sürecini yaşadı.
Sovyet nüfuzu altındaki ülkelerde “Turuncu” vs. diye renkli devrimlere tanıklık etti.
İtalya’da, Fransa varoşlarında “kapitalizm karşıtı” büyük kitlesel gösteriler gördü.
Amerika’da ırkçılık karşıtı büyük tahripkâr gösteriler oldu.
Türkiye’de de gezi olayları yaşandı.
Her yeni olay, farklı ülkelerde kendinde yaşanan benzer nitelikleriyle hatırlanıyor ve “Acaba nereye gider?” sorusuna cevap aranıyor.
Fransa’daki olayın bizdeki Gezi ile birlikte konuşulması tabii.
Gezi bizde tam bir siyasal gerilim konusu haline geldi. “Taksim’deki ağaçları korumak”la başlayıp “Siz hâlâ olayı ağaç meselesi mi zannediyorsunuz? Hâlâ anlamadınız mı?” ya evrilmesi, yani “Hükümeti yıkma” girişimi gibi görülmesi, ardında uluslararası odakların bulunduğu yaklaşımı, bugün dahi bu alandaki hesaplaşmayı yargı ve siyasi kürsüler planında sürdürüyor.
***
Fransa’da olaylar ekonomik sebeplerle başladı.
Arap baharının fitilinin ateşlendiği Tunus’ta da ilk patlayış ekonomik nitelikliydi.
Daha önce İtalya’da da benzeri sebeplerle toplumsal patlayışlar gerçekleşti.
Ancak olayların sadece ülke gerçekleriyle bağlantılı olmadığı tarzında bir iddia da tedavül edip duruyor.
Arap Baharı sırasında “Acaba bu gelişmelerin arkasında Amerika var mı?” sorusu sorulmuştu.
Benzeri şekilde eski Sovyet ülkelerindeki renkli ayaklanmalarda da “Soros” kaynaklı kışkırtmalara işaret edildi.
Şu an Fransa’daki ayaklanmalarda “Avrupa Ordusu” söylemlerini boğmak amacıyla Amerika’nın perde arkası rolüne işaret ediliyor.
Bizde Gezi olayları tehdit algısı çerçevesinde sürekli gündemde tutulan bir konu. Böyle bir siyaset ve medya dili var. Yargı da Gezi’de aktif konumda olan kişilere yönelik tutuklama ve yakalama kararlarıyla “Hükümet devirme” temasını canlı tutuyor.
Böyle bir duyarlılık içinde, Gezi’deki polis uygulamalarına tepki gösteren Avrupa’lı bir ülkedeki sosyal patlamayı nasıl görmeli?
Doğrusu bir şaşkınlık halinin bulunduğunu belirtmek lazım.
- Fransa’ya oh olsun, mu demeli?
- Fransa’daki olayların Fransa’ya diz çöktürmek için düşman güçler tarafından tertiplendiğini, büyütüldüğünü mü düşünmeli?
- Macron hükümetinin uyguladığı polisiye tedbirlere dikkat çekip, “İşte siz de bizden daha insancıl davranmıyorsunuz” şeklinde bir söylem mi geliştirmeli?
- Macron’un polisiye tedbirlere başvurmakla birlikte eylemcilerin taleplerini dikkate alıp geri adım niteliğinde bazı kararlar vermesini bir zaaf olarak mı görmeli yoksa, “İşte tansiyonu düşürmek böyle olur” gibi bir tavra mı yönelmeli?
- Eylemcilerin geri adımları yeterli görmeyip sokaktan vazgeçmemesini “İşte gördünüz bunlar kötü niyetli, elinizi verirseniz kolunuzu kurtaramazsınız, onun için üzerlerine çok daha keskin tavırla gitmeli” diye mi düşünülmeli?
- Batı toplumlarında yaygınlaşma istidadı gösteren bu tarz patlamaları sistemin getirdiği sonuç olarak görüp, sistemde ezilen toplum kesimlerine yönelik reformlar yapılması değerlendirmesine mi yönelmeli?
Bu noktada söylenecek bazı şeyler var:
Bir: Patlamaların ekonomik, sosyal, siyasi alanlardaki kronik bazı sorunlar üzerinde gerçekleştiği açık. Bu sorunlar görülmez, ortadan kaldırma yolunda adımlar atılmazsa patlama potansiyeli sürekli canlı olur.
İki: Bir ülkede sorunlu zeminler olursa onun üzerinde sörf yapan yerel-uluslararası odaklar bulunur. Vekalet savaşlarının sıcak savaş ortamı dışında toplumsal zemini ateşleme niteliğinde gündeme gelmesi her zaman mümkün. Sıcak cephe savaşının yanında böyle bir ateşleme daha az riskli ve tüm toplum bünyesini tahrip edici olabilir.
Üç: Önce sorunlar konusunda duyarlı olmak, sonra da patlamalar karşısında serinkanlı olmak, uzun vadeli sancılar birikmesinin önünü almak basiretli bir yönetim dili olacaktır.