İçim yanıyor. Gazze için. “İçi yanmak”tan başka bir şey yapamadığımız için ayrıca içim yanıyor. Üzeni bomba yağan çocukları yazıyoruz, elinde bir plastik kap, bir tas çorba almak için çırpınan yavruları görmekten dolayı içim yanıyor. Bombalarla yıkılmış evlerin molozları arasından yavrusunu çıkarmak için kendini kahreden anneyi görmekten içim yanıyor. Gazze haberlerine bakmak bile kahredici…
Tam bu ortamda birisi çıkıp siyaset sahnesinden “31 Mart’ta Gazze’deki mazlumlar sevinecek” gibi bir cümle kurmuyor mu, bu vıcık vıcık siyasi istismar karşısında içim yanıyor, ayrıca midem bulanıyor. Öyle söylemiş Murat Kurum:
“31 Mart’ta Gazze’deki mazlumlar sevinecek. Gazze’de elini bize uzatan kardeşlerimiz sevinecek. Gazzeli yavrularımız sevinecek. Orada Gazze’nin özgürlüğü için İBB olarak Gazze’ye yapacağımız yardımlar için inşallah 31 Mart’ta milletimiz yine gerçek belediyecilikten yana tavrını koyacaktır”
Bu açık bir “Gazze istismarı.” Geldik yine “Sisi denklemi”ne… “Sisi’ye mi oy vereceksiniz, Binali Yıldırım’a mı?” Bu defa “Sisi denklemi” kurulamaz, çünkü Sisi’yi bağrımıza basmış bulunuyoruz. O zaman başka bir şey bulmalıyız, yaşasın Gazze!. Ama Gazze yaşayamıyor ki…
Herkesin gözü önünde Gazze can veriyor. Çocuklar can veriyor ve tüm dünya seyrediyor.
Bizim dünya da, yani “İslam” ile bağlantıladığmıız dünya da üç – beş tırlık yardım ile teselli buluyor.
Bir de “İstanbul’da seçimi alırsak, yok mu, neler yapacağız neler…”
İnsanlar sormaz tabii, “Kardeşim tüm memleket sizin yönetiminizde değil mi, yapabileceğiniz ne varsa yapsanız ya…” demez mi insanlar?
Belki “Yapamıyoruz daha ötesini kardeşim, denecek, gücümüz bu kadarına yetiyor, Amerika gibi olsak, onun İsrail’e yaptığı yardıma benzer biz de Gazze’ye yardım yapardık, orada bebelerin ölmesine göz yummazdık, ama gücümüz bu kadar. Ötesini göze alamıyoruz.”
Diyelim Cumhurbaşkanı Erdoğan kalksa “Emekliler” için yaptığı hesap – muhasebe gibi Gazze veya başka “Mazlum” İslam toprakları – toplumları için “Elimizden bu kadarı geliyor” gibi bir muhasebe yapsa, daha inandırıcı olurdu.
Gazze can çekişiyor ve sözüm ona “Koca!” İslam dünyası ona yardıma koşamıyor. Dünya “İnsanlık öldü mü?” diye sorguluyor, biz de “İslam dünyası öldü mü?” diye sorgulasak yanlış olmaz.
Siyasi çıkarcılık ise hiç mi hiç ölmüyor.
Yani diyorum ki, “Murat Kurum bu tarz bir söylemin vıcık vıcık siyasi istismar gibi okunacağını hiç mi düşünmez!”
İnsanların “Yap yapabileceğini kardeşim, niye 1 Mart’ı bekliyorsun. Devlet senin yönetiminde değil mi?” diye soracağını hiç mi düşünmez.
Mavi Marmara olayında en son nereye gelinmişti? “Oraya giderken bana mı sordunuz kardeşim” tepkisine değil mi?
Belki bana sorulacak: Ne yapabilir de yapmıyor Türkiye ki?
Bu soru önemli… Keşke bu soruyu İslam dünyası olarak hepimiz sorsak… Belli ki ortada bir zafiyet var, Türkiye’nin iddialarını saklı tutarak söyleyelim ki ortada bir zafiyet var. Yapamıyoruz işte daha ötesini…
Keşke bunun sağlıklı, doğru muhasebesini yapabilsek, ya da yapabilseydik… “Yapabilseydik” diyorum, çünkü bunu 10 yıllar önce, belki Birinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana yapabilseydik İslam dünyası olarak, bugün başka bir dünya olurduk. En azından “Hep ağlayan” bir dünya olmazdık. Mehmet Akif merhumun İslam dünyasına yönelip “Ağlamak faide verseydi babam kalkardı” dediği zamandan beri…
Ben bu konuyu “Ümmet nasıl ayağa kalkar?” başlıklı konferanslarımda defalarca toplumla paylaştım. Bazı okuyucularımın “Yine ümmetten bahsetmişsiniz Ahmet bey” diye yorum döşeneceklerini tahmin edebiliyorum. Ne diyeyim, Gazze haberleri işte bu itirazı yapan dostların da içini yakıyor. O dünya bizim dünyamız çünkü. Kaldı ki, sadece dünyada yaşıyor olsaydık da Gazze ya da Bosna içimizi yakacaktı insan olarak…
Dün Yeni Şafak’ta Taha Kılınç yazmış… “Çıkış yolu” başlığı altında… Taha’yı tanırım, yüreği ümmetin bütün acılarına aşina bir güzel insandır. İslam dünyasını da iyi bilir. Yazıda kürsülerden, sahnelerden gençlere dönüp “Kudüs’ü kurtarmak için her biriniz Selahattin Eyyubi olacaksınız, Fatih olacaksınız” türü hamasetler yapılmasını yadırgıyor, Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’e yürüyen 40 bin kişilik ordusunda herkesin komutan olmadığını, atların ayaklarına nal çakan nalbantların da çok hayati görev ifa ettiklerini, yani işin topyekün bir mücadele hamlesi olduğunu hatırlattıktan sonra ümitsizlik girdabına düşülmemesi için “Çıkış yolu” olarak şunu tavsiye ediyor:
“Durduğumuz yere, yeteneklerimize ve zamanın şartlarına göre, her birimizin yapabileceği bir iş muhakkak vardır. Ye’s tuzağına sürüklenmeden, ‘Bana düşen denir?’ sorusunu gündemimizden hiç çıkarmayacağız. Sloganlar, hamasi nutuklar ve hararetli haykırışlar ne söylerse söylesin, zafere ancak uzun vadeli, makul ve uygulanabilir projeler eşliğinde ulaşılabileceğini de hiç unutmayacağız. Başka bir çıkış yolu görünmüyor.”
Ne dersiniz, Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Endonezya gibi büyük İslam ülkelerinin liderleri bir araya gelip “Niye Gazze’de işlenen insanlık suçunu durdurabilmek için daha etkili bir şey yapamıyoruz?” şeklinde bir müzakere başlatabilirler mi?
Yoksa İstanbul meydanlarından “Gazze kurtarmak” çok daha kolay ve tatlı mı geliyor?