Milli Eğitim Bakanlığı’nın, kimi örgütlerle protokol imzalaması tartışılıyor. Muhalefetin bir kısmı “Tarikat ve cemaatlerin eğitim alanına taşındığı” gerekçesiyle tepki gösteriyor. Milli Eğitim Bakanı da son bütçe konuşmasında protokol imzaladıkları yapıları “Sivil toplum kuruluşu” olarak niteledi ve gençlerin dağa çıkmasını önlemek için bu iş birliğine devam edileceğini bildirdi.
Muhalefetin eleştirisinde FETÖ hatırlatması ve “Yeni bir paralel yapı oluşturulduğu” iddiası da var.
Aslında meselenin püf noktası “Paralel yapı oluşması”yla ilgili. O da, iktidarın devletle, devletin içindeki kimi yapıların da iktidarla ilişkisi ile bağlantılı.
Ak Parti 2002’de seçimi kazanıp iktidara geldiğinde, evet, Meclis’e hakimdi ve hükümeti kurdu. Ancak, meşruiyeti yine devlet içindeki bazı kurumlar tarafından sorgulanmaktaydı. Nitekim 2007 yılında devletin silahlı kuvvetlerinin muhtırasına muhatap olacak, 2008 yılında “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” suçlaması ile kapatma davasına maruz kalacak, hatta benim ifademle ipten dönecekti. Asker bünyesindeki “Darbeci cuntalar” ise bir başka ülke gerçeği idi.
İktidar o dönemde TSK’da, Yargıda, Emniyet’te yıllar içinde kadrolaşmış bir grupla iş birliği yaparak bu ciddi riskleri atlatmayı tercih etti. “Paralel yapı” kavramı, 17 – 25 Aralık 2013’te önceden iş birliği yapılan bu grubun, iktidara karşı eyleme geçmesi yüzünden ortaya çıktı.
Demek ki devlet içinde böyle bir grup oluşmasına izin verilirse, zaman içinde bu grup kendi politikası gerektirdiğinde daha önce iş birliği yaptıklarına karşı da eyleme geçebilirmiş. İşin en vahim boyutu ile 15 Temmuz 2016’’da darbeye kalkışılması ile karşılaşıldı. O yapı silahlı kuvvetleri iktidara karşı kullanmaya yeltendi.
Muhalefet, iktidara bunu hatırlatarak “Yeni bir paralel yapı mı?” sorusunu ve itirazını yöneltiyor.
Soru şu: 21 yıl geçtikten ve FETÖ PDY’sinin ortaya çıkardığı vahim problemleri yaşadıktan sonra hala iktidarda, devletin tümünü kapsayamadığı ve özel yapıların desteğine ihtiyaç duyulduğu kanaati var mı?
Mesela Milli Eğitim’de var mı, Yargı’da var mı, Silahlı Kuvvetler’de var mı? Mesela Anayasa Mahkemesi hakikaten Anayasa Mahkemesi mi olsun, yoksa “Bizimkiler”in hakim olduğu ve ne zaman ne yapacağı bilinmeyen bir yapı mı olsun? Yargıtay hakeza, diğer yargı kurumları hakeza?
Mesela İçişleri Bakanı bir siyasi görüşün militanı mı olsun, yoksa herkesin güvenliğinin sağlanacağından emin olduğu bir kişilik mi olsun?
Mesela Milli Eğitim bakanı, ülkede her türlü insanın çocuğunu güvenli bir şekilde emanet edeceği bir eğitim sisteminin garantörü mü olsun, yoksa ideolojik bir çizginin militan savunucusu rolüne mi bürünsün?
Şunu söyleyeyim: Geçtiğimiz yıllarda birçok okula, öğrencilerle sohbet için davet edildim, farklı vesilelerle öğretmenlerle buluştum. Öğrencilere “vakit disiplini”ni anlattım, saniyelerle saliselerle aşılan rekorları örnek göstererek…. Öğretmenlere çocukları emanet olarak görmelerini, derslerde her öğretmenin boş geçirdiği dakikaların ülkeye maliyetini anlattım, ülkenin beşeri sermayesinin önemine dikkat çektim.
Eğitim kadrolarının benim gibi pek çok yazarı, bilim insanını, sanat erbabını, hatta iş insanlarını davet ederek, çocuklarla ve öğretmenlerle buluşturduğunu biliyorum.
Bunların “Paralel yapı oluşumu” ile alakası yok. Bunlar, eğitim alanını hayatla buluşturma girişimleri…
Birçok kitap fuarında çocukların kafile kafile ziyarete geldiklerine tanık oldum. Bunlar da eğitimi tamamlayan önemli çabalar.
Milli Eğitim Bakanı keşke, daha mutedil bir üslupla, “Paralel yapı oluşumu” konusunda kendilerinin de titiz ve duyarlı olduğunu, herkesin Milli Eğitim’in ana esasları çerçevesinde katkılar sağladığını, farklı grupların özel alanlar oluşturmasına göz yumulmayacağını, bu noktada gerekli tedbirlerin alındığını ifade etseydi. Polemiklere girmese, hele “meydan okuyucu” bir tavırdan kaçınsaydı.
Eğitim alanı çok hassas bir alan. Bebeler bile oraya emanet ediliyor. Okul, ailenin bir parçası.
O kurumun en tepesindeki insan Meclis kürsüsünde “her şeye rağmen” daha sakin olabilseydi.
Belki de eğitimi en az tartışılan alan haline getirmek, bir siyasi iktidarın en büyük hassasiyet göstermesi gereken husustur.
Şunu hatırlatmak isterim: Bakanın söylediği gibi protokol yapılan Sivil Toplum Kuruluşları, bir şekilde “Yüksek yerden” alınan güvenceyle okullarda öğretmenleri hatta idareyi “takmayan” tavırlar içine girme potansiyeli taşıyor. “Eğitim niteliği” taşısın taşımasın her türlü faaliyeti dayatma ihtimali her zaman mevcut. Bu, yereldeki elemanların “Eğitim kalitesi” ile de ilgili. Bunların süreç içinde problemler oluşturması kaçınılmaz.
Şunu da belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’de eğitim alanı sorunlu ve “21 yıldır çözülemediği en tepeden ifade edilen” bu sorunları aşmanın yolu, “bize yakın stk’lar”ın gençlerini “Ağabeyler” rolünde “paralel öğretmenler” haline getirmek değil. Mesela orta öğretim çağındaki çocukların yüzde 12-13’ünü İHL’lere göndermeyi başarı olarak sunmak da değil. Yüzde 12-13 oranındaki İHL’leri de, geriye kalan yüzde 87 orta öğretim çocuğunu da kaliteli eğitime kavuşturmaktır gerekli olan.
Yusuf Tekin Ak Parti iktidarlarının 8’inci Milli Eğitim Bakanı’dır. Ondan hiç olmazsa geçmiş 7 bakanın yaptıkları ve yapmadıklarından edindiği tecrübeyi görmek istiyor insan. Sakin olun sayın bakan sakin olun lütfen.