Seçim, sandığa gitmek ve ülkeyi yönetecek kadroyu seçmek demek.
İnsanlar sandığa bir “motivasyon”la gidiyor. “Motivasyon” yönlendirme demek.
İnsanların duyguları yönlendiriliyor, sonunda kalbi bir kanaat oluşuyor.
Yönlendirme iki türlü yapılıyor; bir, “Öteki” kişi veya cenahın bu işi asla yapamayacağını, iki, bu işi ancak kendisinin ve kadrosunun başarabileceğini anlatmak.
Bunu negatif propaganda – pozitif propaganda diye tanımlayabiliriz.
Negatif propaganda ile “Öteki”ni bitiriyorsunuz, “Pozitif” propaganda ile de “Kendi”nizi, en ideal kişi – kadro haline getiriyorsunuz.
Propaganda etkili oldukça, önce hedef kişiyi kazanıyorsunuz, sonra da onu “Taşıyıcı”, yani “Sizi çoğaltan bir eleman” haline getiriyorsunuz.
Her iki halde de, kişilerin kalbî hayatını etkilemeniz gerekiyor. Sevgiler, nefretler orada oluşuyor çünkü.
Propagandada “Akla ulaşmak” da hedeflenir ama, akıl yeterli heyecanı üretemeyebilir, heyecan vs gibi duygular kalbin işidir.
Propagandanın insanların içinde “iyi” diye bir sembol oluşturmasında, “iyi” diye kanaat getirdiği bir kişiyi - kadroyu desteklemeye yöneltmesinde bir sorun yoktur.
Ama iş orada kalmaz. En azından kişiye işi gücü bıraktırıp sandığa götürecek “Motivasyon”un pekişmesi için, daha sonra da “Taşıyıcı” hale getirmek için, “Öteki”ne doğru “Tepki”nin de oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Tepki ne kadar büyük olursa, motivasyon da o ölçüde etkili olur. Tarafların “kamplaşma” arayışı bu yüzdendir. “Kendi kitlesini konsolide etmek” bu anlama geliyor.
Bence, kitleleri bir kadronun ülkeye en iyi hizmeti vereceğine inandırmakta herhangi bir sorun yok. Aday kişi – kadro, kendi marifetlerini en etkili biçimde anlatabilir. Belki oradaki sınır “Yaradan’ın hukuku”na dikkat etmek ve kişiyi “kutsallaştırmamak”tır. İnanç sınırı, demek istiyorum. İnancı belirleyici değer olarak görenler için…
Diğer boyut sorunlu. “Öteki”ni kötülemekten, kitlelerin gözünden düşürmek için “Nefret objesi” haline getirmekten söz ediyorum.
Bu yapılıyor mu? Yapılıyor. Kimi zaman “Bel altı vuruş” diye tanımlanacak boyutta yapılıyor. Bazen, “Liderlikler” sakınsa bile, alt kademelere doğru, insanlık sınırını aşacak ölçüde yapılıyor. “Kaybetme kaygıları” oluştuğunda ise liderlikler seviyesinde bile akla hayale gelmeyecek “Ötekileştirme” yapılabiliyor. Alana bakıldığında burada ifade ettiğim “Ötekileştirme” ifadesinin çok nazik kaldığı bile düşünülebilir.
Bu tavır, bana göre iki açıdan problemli. Birisi, inanç değerlerimiz açısından. Hem Kur’an, hem Allah Rasûlü’nün uyarıları çok net. “Kin duyduğunuz insanlara bile adaletten ayrılmayın” uyarısı var. “Gıybet” “kardeşini içinde öldürmek ve etini çiğnemek” gibi tanımlanıyor ve inançlı insanın bundan tiksineceği ifade ediliyor. “Kalplerimizde inanmış insanlara karşı kin bırakma” duası öğretiliyor.
Propaganda bir noktada insanları “kardeşlikten çıkarma” boyutunda ilerleyebiliyor. Hani denir ya, “Kedi yavrusunu yemek isterse önce fareye benzetirmiş” diye…Siyasi propagandada bu yöntem çok kıyıcı biçimde devreye girebiliyor.
İnanç açısından ortaya çıkan problemi ne yapacağız? Mesela, kinleri biriktirmişsek, gıybetleri - bühtanları biriktirmişsek, “Öteki”nde olan olmayan özellikleri hiçbir sınırlama yapmaksızın çoğaltmışsak…. Ve içimizde bir “Bu işlerin hesabı olmalı” inancı varsa…. Ne yapacağız? Bırakın bütün hesaplar Mahşer ortamında görülsün, gibi bir cesaret mi sergileyeceğiz yoksa içimizde bir “Telaş” mı oluşacak?
Bunu soru olarak bırakayım.
Problemin ikinci boyutu, memleketteki “İç barış” sorunu ile ilgili. Sonuçta bir “Millet”ten söz ediyoruz. Kimi zaman vatan savunması için aynı sipere yattığımız bir “Millet bütünlüğü” olmalı değil mi? Hele hiç kimsenin içinden gitmeyen bir “Beka – Var olma sorunu”nuz var ise… Bunun için en azından “İç barış” gerekli değil mi? İlk okul çocuklarına kadar inen, aileleri birbiri ile konuşamaz hale getiren siyasi dil, “iç barış” üretebilir mi?
Mevcut siyasi sistem, toplumsal eğilimleri yüzde 50’ye yakın oranlarda ayrıştırıyor. “Artı 1” diye bahsediyoruz değil mi ipi göğüsleme kriteri olarak. Demek ki, toplumun yarısı şu kadronun memleketi iyi yöneteceğini düşünüyor öbür yarısı da öbür kadroyu tercih ediyor.
Yani ayrışırsak, nerede ise yarı yarıya ayrışacağız.
Ne dersiniz bu yarı yarıya öfke anlamına gelsin mi, nefret ne kadar olsun?
Kalplerimizi kine mi teslim edelim nefrete mi?
İşte orada diyorum, bugün oyları verelim ve bir kalp temizliği işine soyunalım. Emaneti teslim alan kadro, “Emanete hakkıyla riayet etsin” diye dua edelim. Destek verenler ve karşı çıkanlar olarak da, “Gözümüz üzerinizde” diyelim. “Size memleketin tapusunu vermedik, sadece emanet ettik, hizmet ederseniz şereflenirsiniz, emanete riayet etmezseniz, vebal yüklenirsiniz” diyelim, bunu çok açık hissettirelim.
Kin ve nefret, yüktür kalpler için. Benden söylemesi.