Dava Mayıs’ta görülecekmiş. 6 yaşındaki çocuk davası.
“Neden şimdi değil?” diye eleştiriliyor. İşin savsaklandığı, suçluların korunduğu var sayılıyor. Böyle durumlarda “delil karartma” meselesi de devreye gireceği için “Neden tutuklamalar olmadığı” da sorgulanıyor.
Aslında yargılama kamuoyunda görülüyor. Dünyanın seyrettiği bir açık duruşma halinde.
Belli ki Mayıs’a kadar da devam edecek kamuoyunda yargılama süreci.
6 yaşından beri olayın mağduru olduğu ifade edilen ve halen 24 yaşında olan bir çocuk annesi kadın, nerede ise olan biten her şeyi savcıya anlatmış ve onlar da kamuoyuna yansımış durumda.
Baba suçlanıyor, anne suçlanıyor ve evlendirilen Abdülkadir İstekli suçlanıyor.
Baba, Hiranur Vakfı’nın onursal başkanı. Asıl karar verici konumunda. Anne, itiraz etse, razı olmasa bile aynı zamanda “Hocaefendi” diye bilinen kocası tarafından verilen karara boyun eğmiş gibi görünüyor.
Ve Abdülkadir İstekli. Kızların hafızlık hocası, Vakfın fiili yöneticisi… Damat. “6 yaş faciası”nın merkezindeki şahıs.
Neredeler?
Mağdurenin iki kız kardeşi ve ağabeyi konuştular. Tamam, onların şahitlikleri de anlamsız değil ama, asıl suçlananlar onlar değil ki?
Mağdure, babayı, anneyi ve damadı suçluyor.
Zaten dava da asıl olarak bu üç kişiye yönelik olarak açılmış durumda.
“Dava zamanı gelir, bunlar da çıkar ifade verirler” diye düşünülebilir.
Olay kamuoyunda konuşulmayan herhangi bir dava olsa, bunun böyle olması da tabii. Davaların kamuoyu mahkemesinde görülmesi, Türkiye’ye has bir garabet.
Ama olay öyle bir olay değil ki. Bazı olayların “millet vicdanı” denen şeyi, yani kamuoyunu sarsması da tabii. “6 yaşından beri babamın annemin rızasıyla tecavüze uğradım” diye feryat eden birisinin sesini, 5 ay sonraki mahkemede dinlenmek üzere sessizliğe mahkum edemezsiniz. Ne kadar çabalasanız da olmaz bu.
Kaldı ki ortada kisveleri, aidiyetleri ile apaçık “dini hüviyeti” olan kişiler var ve konu “din ekseni”nde tartışılıyor. Onların şahsında din tartışılıyor.
Diyorum ki, çıksınlar savunabilecekleri bir şey varsa kendilerini savunsunlar.
“Susarız, susarız ve bir süre sonra her şey sakinleşir, durulur. Biz de cevap vermekten kurtuluruz.”
Birileri öyle akıl vermiş de olabilir.
“Konuşmayın, kamuoyu önüne çıkmayın. Medya sizi parçalar.”
Bu işin savunmasının zor olduğu açık. Doğru, medya önüne çıktığınızda işiniz kolay olmaz.
O çarpık süreci başlatırken kimsenin aklına gelmemiştir bir gün bu işi kamuoyu, ya da mahkeme önünde savunmak zorunda kalınacağı….
Olup gidiyor bu işler ve kimsenin ruhu duymuyor! Öyle mi?
Biri çığlık atılıncaya kadar. En yakınınızdan, kendi evladınızdan… “Baba nasıl yaptın bunu bana, anne neden ses çıkarmadın” gibi bir çığlık.
“Kayıt-dışı” alanda o kadar çok iş var ki…
“Bizim memlekette sokakta yılan oynatsanız etrafınızda on – on beş kişi birikir” derim ben.
Baksanıza ekranlarda dekolte kıyafetle esma-i hüsna zikri verenler bile yüzbinlerce takipçi buluyor.
“Ruhaniyet alanı” dendiğinde, işin içine “Yolda ilerlemek için teslimiyet şart” yaklaşımı girdiğinde “teslimiyet”in nerede duracağı bilinmiyor.
Oysa “Sufi ibnü’l vakttir” diye bir şey var. Yani her anı diri geçen insandır sufi. Nereye gitti o sufilik de, aklı kiraya veren zeminler oluştu?
Belli ki biri medrese eğitimi almış, bir tür şeyhlik seviyesine ulaşmış.
Birisi onun eşi, anne.
Birisi, yine aynı medresede hoca.
Her yerde din var, ama hayatı yaşarken, bir davranışı seçerken din yok. Ya da din, arzulara göre biçimlendirilmiş.
Ben, “İnsan yaptığı her şeyin ahirette savunulabilir olmasına dikkat etmeli” sözünü çok önemserim. Çünkü “o gün kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından (bile) kaçacağı ………herkesin kendini meşgul edecek bir işinin olduğu gündür” (Abese suresi, 33)
Şu da buna benzer bir duyarlılıktır sanıyorum:
-Bir gün kamuoyu önüne çıkacak ve savunma yapacak olanlar, yaptıkları işin kamuoyu önünde savunulabilir olmasına dikkat etmeliler.
Siyasetçiler, büyüğünden küçüğüne her türlü devlet görevlileri, cemaat – tarikat - toplum önderleri, sanatçılar, medya mensupları, iş insanları….
Aslında her insan, bir gün yaptıkları yüzünden kamuoyu önünde savunulamaz hale gelmemeli.
Ak Partiyi kuranlar yola çıkarken, “Kamuoyu önünde savunamayacağımız hiçbir şeyi özel ortamlarda da konuşmayalım” gibi bir ilke benimsemişlerdi.
Türkiye’nin yasaklı ortamı, dini çalışmalar konusunda da bir “özel ortam” disiplini geliştirmişlerdir.
Şu yaşanan vahim hadise, o özel ortam disiplininin nasıl çamura bulanabileceğinin tipik göstergesidir.
Şahsınızda din hırpalanıyor beyler. Çıkın ve suçunuzu üzerinize alın ya da aklanın, aklanabilecek bir şey varsa. Dine hizmet mi? Gölge etmeyin başka ihsan istemez.