Sağlık sistemlerindeki gelişme sebebiyle ömür süresinin uzamasıyla gelen uzun “yaşlılık”, ailenin büyük aileden çekirdek aileye oradan da ailesizliğe, çocuksuzluğa evrilmesiyle gelen “yaşlılıkta yalnızlık” Batı toplumlarının kapısını çalalı çok oluyor. Sağlık sistemi iyi işlemesine rağmen yarına anlam yükleyememenin doğurduğu “Yaşlı intiharları” gibi vahim sonuçlar da medya haberleri arasına giriyordu.
Konferans için gittiğim Bir Almanya ziyaretimde çilingirlik yapan bir Türk anlatmıştı. Bir apartmanda komşular, uzun süredir kapısı açılmayan bir evden yoğun kokular gelince polisi aramışlar, polis bu çilingiri bulmuş ve kapıyı açtırmıştı. Eve girildiğinde çalışır halde bir televizyon ve onun karşısında berjere oturmuş halde kalmış yaşlı bir insanın cesedi bulunmuştu.
Yalnızlaşmayı ne kadar ürkütücü tarzda anlatıyor. Evlatlar acaba hangi dünyada, torun sesi bu eve hangi aralıkta girer, eş ondan önce mi göçmüştür dünyadan yoksa boşanma sebebiyle çok önceden mi yollar ayrılmıştır?
Daha önce de bahsettim, “Ailede Sancı ve Mutluluk Arayışı” başlıklı konferanslarımda, kendi ülkemiz için Batı toplumlarında kapıyı çalan şeyin bizim toplumumuz için çok uzakta olmadığını ifade etmiştim.
Bugün meselenin “Ailede sancı” boyutu üzerine değil, “Artan yaşlanma” ve sonuçları üzerine yazmak istiyorum.
Evet, bizde de ömür süresi uzuyor. Artık 80’li, 90’lı yaşları rahat konuşuyoruz. Ama doğum azalıyor ve gitgide “Yaşlı bir toplum” haline geliyoruz.
“Genç nüfusumuz”un, hem AB ile ilişkilerde en büyük avantajımız olduğunu, hem ekonomimiz için tırmanma gücü verdiğini yazdığımız günler geride kaldı. Nüfus artış hızımız (1.5) birçok Batı ülkesinin bile gerisinde kalmış durumda ve alarm veriyor.
Yaşlanıyoruz ve yaşlılıkta geçecek ömür süresi uzuyor.
Bununla birlikte gündeme “yaşlılığı nasıl yönetmeli?” sorusu giriyor. Büyük aile bizde de sarsıntı yaşıyor, iş hayatı bizde de aileleri savuruyor, evlatlar, istese de yaşlı anne-babasıyla aynı evde, aynı mahallede hatta aynı şehirde oturamıyor. Bunun doğurduğu ruhsal sorunların henüz Batı’daki boyutlarını yaşamıyoruz, sadece evlatların, torunların bayramda ziyarete gelebilme ihtimali yaşlılarımızı teselli ediyor. Bazı muhitlerde “yalnızlık sancısı”nın daha sarsıcı yaşanacağını söylemek yanlış olmaz.
Önümüzdeki süreçte bunları konuşacağız ülke olarak…
Yaşlı anne-babaların sağlık sorunları halen kapıyı en çetin biçimde çalıyor. Evlatlar çok isteseler de iş hayatının savurması gerçeği ile, ihtiyaç halinde anne-babalarının yanında olamayabiliyor. Her ikisi de hizmete muhtaç hale gelmiş yaşlı eşler birbirine bakamayabiliyor.
Böyle bir yazının çok farklı boyutlarının olacağı belli. Her biri de dramatik ihtimalleri içinde barındır.
Bugün bu yazıyı yazmama, tanınmış tıp insanı Osman Müftüoğlu’nun, Hürriyet gazetesinde (18 temmuz) yeni Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’na yazdığı açık mektup vesile oldu. Müftüoğlu, sağlık sistemimizin “teşhis ve tedavi eksenli ilerlediğini, bu noktada önemli bir seviye de kat edildiğin”i kaydettikten sonra bunun “Ekonomi önceliğiyle alakalı” olduğunu not ediyor, ancak “yaşlılık süresinin uzaması” gerçeğinden yola çıkarak bir “Paradigma değişikliği”nin kaçınılmaz olduğunun altını çiziyor.
Önerdiği “Paradigma değişikliği”nden az sonra söz edeceğim. Ama onun uzayan yaşlılık süresindeki risklere ve bunun ülkemizdeki yaygınlığına ilişkin tespitini de paylaşmam lâzım. Şöyle diyor:
“Yaşlılık dönemi maalesef kronik hastalıklar dönemi olarak insanlarımızı kuşatmış durumda. Bu tatsız gelişme toplumumuzda daha çok diyabetli, hipertansiyonlu, Alzheimer mağduru ve/veya kanserli; görmesi, işitmesi, düşünmesi, hatırlaması, hatta hareket etmesi giderek güçleşen yaşlı insanların çoğalması anlamına geliyor.”
Vakıayı ve vahameti ne güzel özetlemiş.
Böyle bir olguya ne ekonomi yeter ne evlat ilgisi… Kapıları açmak için çilingir çağırma yöntemi ülkemizde de devreye girer maalesef. Hele Avrupa’daki yaşlılığın refah durumu ile bizdeki emekliliğin sefalet durumu birlikte düşünüldüğünde ortaya nasıl bir vahamet çıkacağını tahmin edebiliriz.
Müftüoğlu Sağlık Bakanı’na “Paradigma değişikliği” öneriyor, evet. Şu cümle sanırım onun önerisini okuyucularımla buluşturacaktır:
“Bilimsel tıbbı sadece teşhis ve tedavi tıbbı olmaktan bir an önce çıkarmak ve koruyucu tıbbı da bilimsel verilerle zenginleştirerek Çin Seddi kadar güçlü bir “KRONİK HASTALIK SEDDİ” oluşturmak zorundayız.”
Müftüoğlu’nun açık mektubunda “Önleyici tıp”, “sağlıklı yaşam”, “Önceliği biyolojiye vermek” gibi tıp eğitimini de kapsayan bağlantılı öneriler de var.
Zaman zaman “Milyonları etkileyen kararlarda doğru düğmeye basmak” gibi bir duyarlılıktan söz ediyorum ya, “Yeni” sağlık bakanına bir bilim insanının en hayati “Doğru düğme” tavsiyesi olmalı bu diye düşünüyorum. Ekonomik çıkarlara göre dizayn edilen ve işleyen bir sağlık sisteminden insan ve ülke öncelikli bir yapıya evrilmek kolay olmasa da dilerim ilgilenen olur.