Avrupa’da masaya yatırılıyoruz.
Bir sorun olarak.
“Yaptırımlar gelir mi gelmez mi?”yi tartışıyoruz.
Yaptırım gelmesini istemiyoruz.
Aslında o masada partner olmak gerektiğini biliyoruz. Ama partner olma zeminini kaybettik. Zirvelere çağırmıyorlar. Bunun bir dışlama olduğunu biliyoruz. Canımızı sıkıyor bu.
Bizi bütün bütün silmiş değiller. Ama mesafeliler.
Dilimizi değiştirdik. “Kim olursan ol”, demiyoruz. “Hangi tavrı seçersen seç”, demiyoruz. “Ey”li cümle kurmuyoruz. “Stratejik hedefimiz Avrupa” diyoruz. “Geleceğimiz Avrupa’da” diyoruz. Bunu özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dilinden diyoruz. Böyle bir sözün mesela Dışişleri Bakanı’nın dilinden söylenmesinin Avrupa’yı kesmeyeceğini öngörüyoruz. Avrupa’nın Erdoğan’ın diline baktığını, Avrupa’da belki tüm Batı dünyasında Erdoğan’ın bugüne kadar diyalogdan farklı bir dil içinde yürüdüğü kanaati bulunduğunu düşünüyor, şayet Erdoğan’ın dili diyalog ağırlıklı olursa, kurulan masadan yaptırım çıkmayacağını öngörüyoruz. Belki şöyle: Beştepe’deki diplomasi mutfağı Erdoğan’a “Efendim şöyle şöyle…” diyor. Erdoğan’ın Azerbaycan’a giderken “irticalen” söylediği “AB’nin herhangi bir yaptırım kararı Türkiye’yi çok fazla da ırgalamaz.” sözü süreçteki hakim dilden farklı olsa da.
Avrupa’nın psikolojisi ne?
Türkiye’yi üstü çizilecek bir ülke olarak görmüyorlar hiç şüphesiz.
Bugün Türkiye’yi Erdoğan’ın temsil ettiğini de görüyorlar hiç şüphesiz. Halk desteği onu yönetime getirdi ve o ne ise onunla iş yürütmek durumundalar.
O ilişki çerçevesi de “Yaptırım uygulansın mı uygulanmasın mı?” noktasına geldi ne yazık ki.
Avrupa’da bizden yana görüş belirtecek liderler olmasını istiyoruz. Merkelden umutluyuz mesela. Kötü adamlar da var masada ne yazık ki. Merkel’in bizi savunurken kullanabileceği dili aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz. O dil bile öyle gürül gürül bir savunma dili olmayacak belli ki. “Tamam, diyecek belli ki, Erdoğan’la diyalog zor, belki başka gündemleri var, ama burası Türkiye, Erdoğan’a kızıp Türkiye ile iletişimi kesmek olmaz.” Bu dilin çok sevimli olduğunu söylemek mümkün değil. Bu dil, bir yerlerde kalıcı rezervler saklayan bir dil. Gardını almış bir dil. Şu sıralar Avrupa’da en sıcak dil bu Türkiye’ye karşı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni dili keser mi Avrupa’yı? Kesmez. Belki gelinen “mecburi söylem” olarak okunur. Yaptırım tehdidine bağlanma ihtimali daha yüksek. “Sıkıştılar bu noktaya geldiler” diye okunma ihtimali daha yüksek. Maalesef eskiden beri Batı hafızasında bulunan “Şark bundan anlar” yaklaşımının izleri olan bir psikoloji.
Şu sıralar Batı’nın ABD ayağında da yeni bir yönetim var. Trump isteniyordu Ankara’da, ama olmadı, Biden geldi. Bir yabancı ülke liderine bu kadar angaje olmak veya istemediğimizi ortaya koymak, hissettirmek doğru bir diplomatik yöntem midir, bu soruyu bir kenara koyalım. Ama olan oldu. Şimdi Biden’la yürüteceğiz ABD ile ilişkiyi. ABD ile ilişkilerimiz de sıkıntılı. Bir masa da orada kurulacak ülkemizle ilgili. Biz de masaya yatıracağız ABD ile ilişkiyi. Çünkü biz de rahatsızız ABD’nin kimi konularda yürüttüğü politikalardan. Ne yazık, ABD ilişkilerde de “Yaptırım” var masada. Keşke bizim ABD’ye uygulayacağımız bir yaptırım da orada kaygı uyandırsa da, kaygılar denkleşse ve onun içinden her iki ülke için “kazan - kazan” diye bir formül çıksa. Elimizde bir yaptırım kozu bulunmasa da ABD için de Türkiye ile ilişkinin üstü çizilecek bir ilişki olmadığını biliyoruz. O hassasiyeti canlandırmaya, harekete geçirmeye gayret sarf eden bir dil üretilmeye çalışılıyor halen Ankara’da.
Belli ki Ankara bazı konulara yeniden bakma ihtiyacı hissediyor. “Yalnızlaşmayı aşma”yı mesela. Bölgede farklı ülkelerle yürütülen ilişkileri yeniden gözden geçirmeyi mesela. Dış ilişkilerde geliştirilen dili mesela. İç meselelerin dış ilişkilere yansıdığını görmek ve içerde kimi düzenlemeler yapmak mesela.
Bölgede ihmal edilen kimi ülke çıkarlarını (Kıbrıs, Doğu Akdeniz gibi) yeniden gündeme getirmek vazgeçilmez bir durum. Herhalde onlardan vaz geçilmesini kimse isteyemez. Ama onlar, başka türlü de gündeme getirilip, sonuç alınamaz mıydı, sorusu yeni arayışların zeminini oluşturuyor.
Şöyle bir soru önemli: Acaba hem bizde hem de Batı’da, (buna bazı durumlarda Rusya ve Çin’i de eklemek mümkün) kategorik bir hesaplaşma hafızası var, herkes onun gerçekleşeceği bir takvime doğru adım atıyor da geriye kalan her şey bir sun’i el sıkışmalardan mı ibaret?
O mu gerçekten bütün ilişkilerin mahiyeti? Ya da başka bir format mümkün mü?
Belirleyeceğiniz oyun planı, bir vakitte ülkenin kader ağını örmek anlamına geliyor. “Söylem revizyonu” dahil her şey hafızalara ekleniyor çünkü.
AB ile ilgili şu anda 10-11, yani bu konuda Türkiye’ye yapılacak herhangi bir yaptırım kararı Türkiye’yi çok fazla da ırgalamaz.