Yer yer “PKK ile pazarlık” niteliğine büründürülmesine ve o arada PKK’ın içerde kimlik kontrolü yapacak kadar pervasızlaşması karşısında sessiz kalınmasına itiraz etsem de Ak Parti’nin “Analar ağlamasın” boyutunda devam eden “Çözüm süreci”ne destek verdim. Akil İnsanlar Heyeti içinde yer aldım. Bu bir ihtiyaçtı.
Yine Ak Parti iktidarının “Alevi açılımı”nı ve o çerçevede düzenlenen “Alevi Çalıştayları”nı destekledim. O zaman Türkiye’de Alevilerin hukukunun korunması, geliştirilmesi, haksızlık duygusunun giderilmesi meselesini, mesela başında Kılıçdaroğlu’nun bulunduğu CHP’nin ele almasındansa, “Sünni bir siyasi kadro”nun yapıyor olmasının ayrıca önemli olduğunu yazdım. Bu, bir tür Sünniler tarafından devreye konan “Helalleşme” olacaktı.
İç Anadolu’da “Çözüm süreci” gezileri yaparken, her ilde, o ilin, kimlik aidiyeti fark etmeksizin hemen tüm sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin katıldığı toplantılar yaptık.
Benim kimliğim belli. Bir kere bizim grubun yapısı – belki tüm gruplar öyleydi- farklı ideolojık nitelikteki- insanlardan oluşuyor olmasıydı. Sosyalist de vardı, liberal de, İslamcı da, Türk de Kürt de… Ortak paydamız bu ülkenin köklü bir sorununun çözülmesine katkıydı.
Akil İnsanlar Heyeti’nin o dönem sayın Başbakan ile (Tayyip Bey ile) yaptığı ortak toplantıda bu çeşitlilik ve ortak çözüm arayışı çok daha belirginleşiyordu.
Şunu yapamıyordunuz: Benim düşüncem merkeze otursun, başka tüm düşünceler onun etrafında ve o izin verdiği ölçüde değer kazansın.
Bunu, şehirlerdeki toplantılarda daha net görüyordunuz. Biz heyet olarak genelde moderatör konumundaydık. Kimsenin düşüncesini yargılama konumumuz yoktu. Dinliyorduk. Ve çok çok farklı yaklaşımlarla karşılaşıyorduk.
Mesela Sivas’taydık. Madımak faciasının yaşandığı şehirde. Önce her kesimden temsilcinin katıldığı bir toplantı yaptık. Orada da Madımak gündeme geldi. Heyetimizden, her toplantıda sosyalist kimliğini ortaya koyan Celalettin Can bir teklifte bulundu: “Buradan tüm heyet olarak kalkalım, Madımak’ı ziyaret edelim. O acıyı paylaşalım.” Böyle bir teklif, o toplantıdaki farklılıklara bakıldığında tartışmalara sebep olabilirdi. Ben başkan olarak bir orta yol önerdim: “Celalettin Bey’in önerisi güzel, ama bu kadar insanın oraya götürülmesi sorun olabilir. Onun yerine burada bir Kur’an okuyalım, fatihaları gönderelim oraya.”
Bunu yaptık.
Daha sonra sadece Alevi stk’larının temsilcilerinin katıldığı ayrı bir toplantı daha yaptık Sivas’ta… Orada bir kere hem “Alevi stk’ları”nın ne kadar farklılaştığına, hem de mesela benim gibi bir “Sünni”nin o insanlarla konuşabilmesinin zorluğuna tanık olduk.
Sorun şu: Dışardan yargılamakla, yüz yüze ilişkide nasıl temas kurulabileceğini belirlemek aynı değil.
Türkiye toplumu olarak kimlik farklılıklarımız vardı, sonraki süreçlerde çok çok daha farklılaştığımız bir gerçek.
Bu farklılaşmayı birlikte yaşama iradesinde buluşturmak gibi bir problemimiz var.
Ülkede hiçbir kimlik aidiyetinin “Bu memlekette hayat hakkını biz belirleriz” deme imkanı, zemini yok. Hukuken zaten yok da, iç duygu – değer dünyası olarak da yok.
İçimizde yok mu, böyle duygular? Var. Belki devlet seviyesinde bile var. Kimi toplum kesimlerinin en hafif ifadesiyle “hassas” olarak nitelendiği, “problem potansiyeli” taşıdığına inanıldığı bir vakıa.
Bazı ortamlarda, kimilerimizin bir başkasından bahsederken biraz da eleştirel nitelikte “O şudur, o budur” diye bahsettiğine çok tanık olmuşumdur. Benim de, bu sözün ne kadar sorunlu olduğunu anlatmak babında, yanımızda bulunan birisinden bahsederek “Bak, bu da odur” dediğim olmuştur. O durumda yargılayan arkadaşın mahcubiyetini de görmüşümdür.
Kendi camialarımızda – mahallelerimizde kolayca yaptığımız yargılamaların kamuoyuna intikali halinde ne kadar derin problemler ortaya çıkardığını görebiliyoruz. Onun için de “kimlik yargılamaları” el altından yürütülüyor.
HDP ile ilgili “veryansınlar”ın ona oy veren kitleleri dışlamak anlamına geleceğini, mesela Kılıçdaroğlu seslendirmeden önce -bunu bu sütunlarda defalarca okumuşsunuzdur- iktidar cenahından hiç kimse bir kere düşünmemiş midir? Biz bunu İyi Parti’nin politikaları söz konusu olduğunda da seslendirdik. “Türkiye’de 6 milyon Kandil’in uzantısı mı var?” diye sormadık mı? “HDP’yi -Kandil’in uzantısı- diye nitelerseniz, 6 milyon oyu nereye koyacaksınız?” diye sormadık mı?
Belli ki el altından Kılıçdaroğlu’nun “Alevi kimliği”ne dair bir söylem sürdürülüyordu. Şimdi gözümüzün içine bakıp “Kimsenin böyle bir şey dediği yoktu” gibi kurnazlıklar kimseyi inandırmaz. Kılıçdaroğlu “Ben Aleviyim” diye ortaya çıkınca, herkes, sanki önceden hiç kimlik siyaseti yapılmıyormuş ve “kimlik siyaseti Türkiye için ihanet anlamına gelir”miş gibi bir pozisyona kaçtı. Kılıçdaroğlu, “Hadi ne söylerseniz söyleyin, işte ben Aleviyim” diyerek hiç olmazsa iktidar cenahını dar alana sıkıştırdı.
İktidar ya da muhalefete söylemek isterim: Siyaset alanında her söylediğiniz aleyhinize delil olarak kullanılabilir. Türkiye toplumunun özelliklerini bilmeden yapılacak her şey, söylenecek her söz hem ülke için hem o siyaseti yürütenler için kötülüktür.