Yusuf Ziya Cömert’in “İslami Rönesans?” başlıklı yazısını dikkatle okumuştum. Başlıkta soru işareti vardı. Yani bir “İslami rönesans’tan söz edebilir miyiz?” gibi bir anlam yüklüydü başlıkta.
Yazıya şöyle giriyordu:
“Sınanmadan önce güzeldik. Bir ümidimiz vardı. Biz iyiydik, biz doğruyduk, biz ahlaklıydık, dürüsttük, elimiz, yüzümüz temizdi, kafamız, kalbimiz temizdi.
Sınandık, kaybettik.
Evvelce söylediğimiz, şu anda söylemek isteyip de yüzümüz olmadığı için söylemekte güçlük çektiğimiz, ileride de söylemeye aday olduğumuz sözlerin hepsini kendi fiillerimizle tekzip ettik.
İddialarımız öldü.
Ya da, ölmedi ama bizim elimizden çıktı, yani bizim iddiamız olmaktan.”
Sonra Birikim’de Doğancan Özsel’in iki makalesini okuduğunu, onlardan birinin
“Devlet Destekli Bir Ölü Diriltme Ayini: İslami Rönesans Çabaları.” başlığını taşıdığını not ediyor, bu değerlendirmeyi anlamlı bulmakla birlikte yazıyı giriştekine benzer cümlelerle bitiriyordu:
“Eskiyle irtibatın olur, ama senin yeni olman lazım.
Eskiyi de yeniyi de sorgulayabilmen.
Sonunda tamamen yeni bir cevap üretebilmen.
Hatta o cevabı yaşaman.
Yaşamak kiiim, biz kim?
Bambaşka bir yerdeyiz şimdi.
Son tecrübemizle üzerine her hangi bir şey -istersen Rönesans- inşa edebileceğimiz zemini kaybettik.” (Karar, 1 kasım 2019)
Yusuf’tan birkaç gün sonra bir başka Yusuf’un, bu defa Yusuf Kaplan’ın “İnsanlığı bitiriyorlar ama bizi bitiremeyecekler!” başlıklı yazısı çıktı Yeni Şafak’ta. Başlık müthiş bir meydan okumayı ifade ediyordu ama yazının girişi aynı tonda bir acıyı dile getiriyordu. Şunları not etmiştim:
“Müslümanlar, tarihlerinde ilk defa bir fetret dönemi yaşıyorlar: Fetret dönemi, Müslüman zihnin, zaman ve mekân tasavvurunun kriz yaşaması, gök kubbenin çökmesi, demektir.
Tarihte yaşadığımız ikinci medeniyet krizi bu: Hem İslâm’la hem İslâm’ın dışındaki dünyalarla ilişkimizin kopması.
BİZİM BİR DÜNYAMIZ YOK ARTIK!
Müslümanlar, tarihten çekildiler. Tarihi, Müslümanlar yapmıyor artık. Müslümanlar, yoklar aslında; sadece başkalarının yaptığı tarihte sürükleniyorlar... O yüzden çağın dışındalar.
İnsan tasavvurumuz, hakikat tasavvurumuz, iktisat, sanat, siyaset, ahlâk ve estetik tasavvurumuz yok oldu, kalmadı, sırra kadem bastı, buharlaştı...
Müslümanlar, yaşadıkları İslâm topraklarında bile, hakîkî Müslümanlar olarak değil Müslümanlıkla sorunlu, problemli varlıklar olarak ontolojik bir kaosun tam ortasında yaşıyorlar ama bunu göremeyecek kadar zihnî köleleşme biçimlerine mahkûmlar...
Bu dünya bize ait değil, bizim dünyamız değil. Bizim bir dünyamız yok artık!” (8 kasım 2019)
Elimde bir kitap var. Diyanet İşleri eski Başkanlarından Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun yeni kitabı: “İslam’ı doğru anlıyor muyuz?” Kitap baştan sona “kendimize bakış”ı ihtiva ediyor. Bunu önemsiyorum. Bir Diyanet İşleri Başkanı’nın İslam Dünyasına (ümmete), kendi insan yapımıza yönelik bir değerlendirmesinin bulunmasını, hizmet çerçevesini bu zemin üzerine kurmasını çok hayati buluyorum. Hep diyorum, İslam kendi şahsında güzeldir, insanlık için ufuk değerler sunmaktadır, sorun bizlerin onu hangi ölçüde yaşadığımız, içselleştirdiğimizdedir. Bardakoğlu’nun kitabından şöyle bir paragrafı paylaşayım istedim. Bütününü okursanız, çok daha fazlasını bulacaksınız:
“Zihinde din-dünya dengesinin kurulmayışı, dinî olanla geleneğe ait olanın ayırt edilmeyişi Müslümanların kişiliklerini parçaladı; aramızda iki-üç ayrı meşruiyet ölçüsü olan insan tipini çoğalttı. Bazen kanun ve nizam ölçü oldu, bazen şeriat; bazen devletin kararı “şeriatın kestiği parmak” oldu, bazen bir şeyhin veya beğendiğimiz bir hocaefendinin fetvası; bazen bir kitabın yazdığı, bazen kendimize verdiğimiz ‘kişiye özel fetva’mız esas oldu. Hayata çifte meşruiyet penceresinden bakan, çifte meşruiyet ölçüsü bulunan, çifte çıkış kapısı olan bir kimsenin Kur’an’ın “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” fermanıyla uzlaşması mümkün mü? Çifte meşruiyet ve çift dünyalılığın Müslümana yönelik bir güven sorununa dönüşmesi kaçınılmazdır. Daha açıkçası, bu yolun sonunda sıkıştığı zaman bir diğerine kaçan, ele avuca gelmez, güvenilmez ve ertesi günün sabahı kalktığında ne yapacağı belli olmaz bir insan tipi ortaya çıktı. Madem İslam’ı anlamaktan söz ediyoruz, böyle farklı meşruiyet ölçüleri ve ilave çıkış kapıları olan bir dinî anlayış, çevresine ve dünyaya ne kadar güven verebilir? Bu tür bir anlayış yaygınlaştıkça mümin-müşrik herkesin güvenilir olarak gördüğü ve Muhammedü’l- Emin olarak adlandırdığı Hz. Peygamber’in ümmeti ne kadar güven ve huzur içinde olabilir? Onun için sorgulamayı ‘öteki’nden değil kendimizden başlayarak yapmak zorundayız. ‘Öteki’ni dikkate alarak veya sorumluluğu ona yıkarak değil, İslam’ı anlarken ve anlatırken biz nerde yanlış yapıyoruz sorusunu sorarak işe başlamamız lazım.” (s. 128)
Üzücü tespitler, ama kendimize bakmadan da kendimizi yeniden inşa edemeyiz ki!
Ahmet Taşgetiren ve Elif Çakar ile 'Doğruya Doğru'yu izlemek için: