Bir ara benim yansıttığım duygu: '12 Mart’ta yazdım, 12 Eylül’de yazdım, 28 Şubat’ta yazdım, kendimi bugünkü kadar kısıtlanmış hissetmedim.'
Ne tepkiler gelmişti. 28 Şubat’ı mı özlüyordum, bunları nasıl söylerdim?
Yooo, sadece bugün yaşadığım kısıtlanmışlığı yansıtıyordum.
Birisi sormaz mıydı, “Neden böyle duygular yaşıyorsun ki?” diye…
Yakın zamanda Abdurrahman Dilipak’ın yaşadığı duyguları anlıyorum. 50 yıllık “Camianın kalemi”, yılların Dilipak’ı boy hedefi seçilivermişti trol güruhu tarafından.
Bir süre önce Fehmi Koru ara vermişti yazılarına. Bu camianın insanı idi ama zaman zaman farklı şeyler yazıyor ve belli ki bunun tepkisel yansımalarına maruz kalıyordu.
Bunlar “içerden” farklı seslerin maruz kaldığı şeylerdi.
Fatih Portakal’ın işi gücü bırakıp Ege’de toprakla haşır neşir olmaya dönmesi gündem olmaya değer bir olay mı?
Bir kesimin “oh oldu” tepkisi vereceğini tahmin etmek zor değil. Medyada “Sesi ne zaman kısılacak?” soruları farklı sütunlara çoktandır yansıyordu. “Amerikan portakalı” idi onun iktidar medyasındaki nam-ı diğeri. İktidara aşkla bağlı toplum kesimlerinden de, onun eleştirel tavrına yönelik tepki sebebiyle “İyi oldu, bir aykırı ses daha kesildi” tepkisi beklenebilir. İşte “medeni ölü” haline geldi Fatih Portakal.
Ama acaba iyi mi oldu?
Biliyorum hala yazanların bir kısmı, iktidarın hışmından çekinmese bile, aynı zemini paylaştığı kamuoyunun dışlayıcı tavrı sebebiyle boğuluyor. Biliyorum, insanların bir kısmı, falanca tv kanalına çıkmaya çekiniyor, falanca gazetede manşet olmaya, falanca yazar tarafından takdir edilmeye korkuyor. Biliyorum kimi gazetelere reklam vermek kimi işadamlarının ürküntü alanı.
Bunlar iyi şeyler mi?
Medyanın tepeden tırnağa hizaya getirilmesi iktidar için iyi bir gelişme mi?
“Dikensiz gül bahçesi” haline dönüşürse memleket iyi mi olur?
Aykırı ses çıkmasın. Herkes yeknesak olsun.
İyi midir bunlar memleketi yönetenler açısından?
İşin demokrasi, düşünce hürriyeti, memleketin sergilediği imaj boyutu bir yana, sırf iktidarın selameti açısından baktığınızda iyi midir farklı ses çıkarılmaz hale gelmesi memleketin?
Şöyle sorayım:
-Tayyip Erdoğan’ın etrafında yolun sonunda uçurum varsa bile “Reis’in gidişine mani olur” düşüncesiyle onu söylememek Erdoğan’a iyilik midir?
Aklıma şu soru geliyor:
-Acaba FETÖ’nün devletin kılcal damarlarına nüfuz ettiği günlerde, Tayyip Bey’e “Efendim bunlara bu kadar alan açılması sağlıklı değildir. Bunlarla fazla görüşmeseniz. Bunlar bulundukları alanda yanlış şeyler yapıyorlar. Sizin yanınıza rahat girip çıktıkları için bunu sahada kullanıyorlar” türünden bir ikaz geldi mi? Böyle ikazlar karşısında ne dendi? Acaba dikkate alınsa, 15 Temmuz gibi bir facia gerçekleşir miydi? Sonradan “Safmışız, Allah affetsin” demek zorunda kalınmasa daha iyi olmaz mıydı?
Bazen bugün hoşunuza gitmeyen bir uyarı, yarın sizi hayati risklere düşmekten korur.
Bir ülkede muhalefetin varlığı, düşünce çeşitliliği, farklı siyasi yapılar halinde örgütlenebilme imkanı, ülkenin felakete düşmesi için değildir. Muhalefet karşısında yıprandığınızı düşünmek yerine muhalefetin size yenilenme imkanı sağladığını düşünseniz sizin için de sağlıklı olur, memleket için de. Farklı düşünce “sistem körlüğü”ne karşı bir supapdır. Yöneticiler için sağlıklı olan, her gün bütün kamuoyunda dolaşan farklı düşünce ve itirazları derleyip, onların aynasında kendi kendisine bakmaktır.
Gazetelerin yazı işleri masasında her gün “Başkalarında ne var, neyi atlamışız, neyi başkaları farklı görmüş?” ona bakılır. Biz başka yazarları okuruz, kendi durduğumuz noktayı irdeleriz.
Memleket yönetimi de böyle bir interaktifliği gerektirir. Öylesi sağlıklı olur.
İnsanların bunalıp kenara çekilme duygusuna itilmesi, medyada kendi sesimizin yankısını dinler hale gelmemiz, sağlık alameti değildir. Farklı düşünceyi boğmak, iktidara yönelik sevginin alameti de değildir. Yıllarca içinizde yaşayıp bugün farklı bir düşünceyi seslendiren insanı boğmak da, sizin erdeminiz olamaz.
Tayyip Erdoğan’ın Fatih Portakal’a da ihtiyacı var, Dilipak’a da… Hem de hınk deyicilerden daha fazla. Bilmem buradaki nüansı anlatabiliyor muyum?