Vicdan, kalb, merhamet, şefkat, adalet, helalleşmek, sekinet, iletişim.... kelimelerini seviyorum. Söylemlerin kıran – kırana bir nitelik kazandığı, kategorik kamplaşmaların oluştuğu, stratejilerin yokedicilik üzerine şekillendiği dönemlerde o kelimelerin oluşturduğu iklime yönelik içimdeki çağrı daha bir cesamet kazanıyor.
Pazar günü biri Sabah’ta, diğeri Cumhuriyet’te, yani iki zıt medya dünyasında iki mülakat okudum.
Sabah’taki Binali Yıldırım’la yapılan mülakattı. Aşağı yukarı iki sayfalık mülakatta Binali Bey, eşi hanımefendi ile adeta aile ortamında görüntü veriyor, değerlendirmeler yapıyordu. Kendisine siyasi jargona soktuğu “organik kampanya”nın ne olduğu soruluyor: Cevabı şu:
“- Üzerinde kurgu yapılmış, senaryosu hazırlanıp ona göre icra edilen bir kampanya değil de, bir yere gidip orada arabadan inip, rastgele insanlarla temas etmek, onları dinlemek üzerine kurulu… Hayatın normal akışında nasıl davranıyorsak o şekilde bir kampanyayı kastediyorum. İnsanlar şundan hoşlanmıyor, geliyorsun, millet toplanıyor, nutuk atıyorsun, gidiyorlar… Bu hem insanların beklentilerini karşılamıyor hem de onların konuşma fırsatları olmuyor. Asıl şu dönem konuşması gereken vatandaş. Biz değiliz. Biz daha çok dinleyeceğiz daha az konuşacağız. Ben ilçe adaylarımıza da hep söylüyorum. İki dinleyip bir konuşacağız. Çünkü Allah bize iki kulak, bir ağız vermiş. Bundan da anlaşılıyor ki daha çok dinleyelim, daha az konuşalım.”
Biri insanların arasına girmek... Diğeri nutuk atıp gitmek... “İnsanlar bundan hoşlanmıyor.”
Ne bu? Göz göze gelmek... Onunla aynı hizada durmak. Onu anlamaya çalışmak. Kalbinin tınısını hissetmek. Duygu dünyasını hissetmeye çalışmak. El sıkışmak. Elinin sıcaklığını duymak.
Ben miting iklimini sevmedim. Gereksiz mi, hayır. Onun da gerektiği zamanlar olur. Ama ben “Söz göze verilir” dedim hep. Göz göze gelmeyi istedim konferanslarımda. Salonun ışığının söndürülüp projektörlerin konuşan üzerine yöneltilmesine itiraz ettim, salon hep aydınlık olsun, gözleri göreyim istedim.
Sokakta, işyerinde, çarşıda pazarda insanların yanına sokulmak, bunun daha iyisi...
Özellikle seçim zamanlarında kürsüler, miting meydanları ötekini yargılama, dışlama yeri haline geliyor. Çünkü kendi alanınızı tahkim edecek, öteki alanda çözülmeler meydana getireceksiniz. Meydanlardan insanlar şefkat duyguları vicdanları gelişerek mi ayrılırlar, yoksa öfkeleri bilenerek mi?
Vicdan, kalb, merhamet, şefkat, adalet, helalleşmek, sekinet, iletişim....
Benim ülkem için sevdiğim kelimeler bunlar.
ŞİFALANMAK - İNŞİRAH
Pazar günü okuduğum ikinci söyleşi ise, Kara Kabare’de Zbam isimli oyunun yönetmenliğini yapan Şirvan Akan’la Hilal Köse tarafından yapılmış. “Şifalanmak” kelimesini sevdim bu söyleşide. Diyor ki: “Ben başka bir insanın dönüşümünü, umudunu dinlediğimde şifalanıyorum. Onun duygularıyla bağlantı kurduğumda, dünyasına yolculuk ettiğimde zenginleşiyorum, bir yandan da şefkatim artıyor. Şifadan bunu anlıyorum açıkçası..... Helalleşmek lazım.....Beni kalpten çağıran bir şey var. Toplumsal barışa hizmet etmek istiyorum, buna ihtiyaç var diye düşünüyorum.....Dayanamıyorum artık insanların, hayvanların, doğanın talan edilmesine...”
5 Temmuz 2016 tarihinde Star’da “İnşirah”ı yazmıştım. ODTÜ Felsefe bölümü öğretim üyesi Ahmet İnam’ın sözlerinden yola çıkarak. Şöyle diyordu İnam:
“Terapiden geçmesi lazım bu ülkenin. Bireylerin canı olduğu gibi toplulukların, kültürlerin de canı var. Türkiye Cumhuriyeti’nin canı çok kötü bir biçimde darlaşmış bir candır. O canın toparlanması canın içindeki farklı farklı canların birey olarak ve küçük topluluklar olarak büyük canı düşünüp bir iletişime girmeleri gerek. Bunun çok da zor olmadığını düşünüyorum.”
Sonra Kur’an’daki “İnşirah”a getiriyordu sözü:
“Ben dindar değilim ama din ‘iç genişliği’ ile yaşanabilecek bir şeydir. Mesela İnşirah sûresi vardır. ‘İnşirah’ iç genişliği demek. Bizde eksik olan o. Birbirimizi kucaklayabilecek bir gönül genişliği. ‘Sizin göğsünüzü genişletmedik mi?’ diyor. Buna bizim yanıtımız ‘siz genişlettiniz ama biz daralttık!...’ Bizim kalbimizin, gönlümüzün tekrar genişlemesi lazım.”
Tam da bunu kastediyorum. Prof. İnam bunu söylerken “Dindar olmadığı”nın da altını çiziyor. Demek ordan yola çıkıldığında da Kur’an’a gelinebiliyor. Keşke Kur’an’a zaten gelmiş olanlarımız da “İnşirah”ı okuyup yüreklerimizi genişletmeyi başarabilsek. Siyasette ve her zaman...