Başlıktaki soruya ilk cevap herhalde “Aşkın gerekçesi olur mu?” tarzında olacaktır. Aşk tutkudur, birine vurulursun, alır seni götürür.
Gerekçe, kalbe söz geçmez, gibi bir şey olur.
Kanal bir aşk konusu mu acaba?
“İnadına” yapılacak bir iş, bir “çılgın proje” haline geldiğine göre, alınan kredilerin -söke söke geri alınacağı- gibi kredi verenlere garanti sunma çabası sergilendiğine göre, ortada aşktan da öte bir tutku var demektir?
Denebilir ki, devlet aklı, böyle aşk, tutku vs türünde saiklerle hareket eder mi, hadi onu da, ortada ülke için öyle hayati bir çıkar vardır ki, devleti yönetenlerin bu işe aşkla soyunmaları yadırganmaz, gibi bir cevapla karşılamak mümkündür.
Peki o devlet aklı var mı Kanal İstanbul işinde?
İstanbul’un köprüleri, Marmaray, Avrasya gibi deniz altı geçitleri, Osman Gazi, Çanakkale Köprüleri gibi Marmaray’ı üstten aşan köprüler, oto yollar, tüneller…. Bunlar evet, medeniyet demektir. Belki buralarda ülkenin ekonomik varlığı ile bağlantılı zamanlama, finansman, geri ödeme, maliyet vs konularındaki doğruların - yanlışların muhasebesi yapılır. İhalelerin şeffaf olup olmadığı, daha uygun finansmanla yapılıp yapılmayacağı tartışılabilir. Ülkenin kara ulaşımından başka ve daha ekonomik imkanları var mı, orası tartışılır. Ama yolun -kara, deniz, hava, tekerlekli, raylı sistemlerle- hayati önemi değişmez.
Kanal İstanbul olayı, coğrafyayı değiştiren, jeo-politik, jeo-stratejik sonuçları olacak olan bir projedir. Böyle bir projenin, sadece “Devleti yönetme sorumluluğu” üstlenmiş tek kişinin zihninde oluşturulması mümkün değildir.
Evet aklınıza gelir, şöyle bir şey olsa, diye tasavvur edebilirsiniz, ama ondan sonra ilim heyetleri oluşturup artısını - eksisini araştırtırsınız.
Raporlar hazırlatırsınız. Raporları alternatif raporlarla test ettirirsiniz. Raporlar bu projenin coğrafyaya etkisini, burada iki deniz birleştirildiğine göre iki denize etkisini, Anadolu – Trakya ayrışmasına – bütünlüğüne etkisini, İstanbul’a etkisini, ortaya çıkacak demografik sonuçları, İstanbul Boğazı - Marmara - Çanakkale Boğazı gibi uluslararası sözleşmelere konu olan alanda gerçekleşecek bir proje olarak uluslararası ilişkilere etkisini ortaya koyar.
Böyle yapılmaz da, karakuşi yaklaşımla işler yürürse, 20 yıl sonra “İstanbul’a ihanet ettik” gibi sonuçlar ortaya çıkabilir. “Kanalı yapmakla memlekete ihanet ettik” demeyi kim ister acaba?
Marmara çevresi yıllar içinde nüfusun adeta yığılma halinde yoğunlaştığı, Anadolu’nun ekmek parası için aktığı bir coğrafya haline gelmiş ve işte onun sonucu, yani diyelim 40 – 50 yılın sonucu, müsilaj felaketi olmuş. İnsanlar bu coğrafyaya akmış, insanların tüm atıkları Marmara’ya akmış ve sonuç Marmara’yı ölümün kıyısına getirmiş. Bu arada Anadolu ölmüş. Köyler boşalmış, tarım, hayvancılık ölmüş, köyler viraneye dönmüş.
Telafisi var mı Marmara’nın can çekişmesinin?
Telafisi var mı Anadolu’nun insansızlaşmasının?
Köyleri yeniden köy haline getirmek mümkün mü?
Devlet fark etmedi mi, bu sonuçları?
“İstanbul’a ihanet”i fark etmedi demek ki 25 yıldır orada sorumluluk üstlenenler.
Deprem riski var, diye çığlıklar yükseliyor.
“Kanal aşkı”nı savunan irade iktidarda olduğu için onun yanında kümelenen siyasetçi, bilim adamı, bürokrat tabii ki var, ama en az onlar kadar bilim insanları da, “yapmayın bu işi” diye çığlık atıyor. “Bir deprem İstanbulun canına okur, önce ona tedbir alın” diye feryad ediyor.
Ama iş sanki politik bir mücadele zemininde yürüyor. “İnadına” söylemi bu zeminde ortaya çıkıyor. “Söke söke alırlar” söylemi, söyleyen kişinin tüm geçmiş anti emperyalist söylemlerine zıt olarak bu zeminde huruç ediyor. “Aşk mı inat mı? “ya dönüşüyor mesele.
Maalesef bu aralar şehitlikle karışık söylemlerde “arazinin arsa haline gelmesi” gibi hesaplar da yansıdı siyaset meydanına. Vatanın her tarafını arsa haline getirmeye gidiyor iş.
Şunu söyleyerek bitireyim yazıyı: Bu işi bilek güreşine, siyaseten güç ispatına, çılgın proje ile tarihe geçme tutkusuna dönüştürmemek lazım. Tarihe pek çok insan geçiyor. Ama herkes aynı nitelikte mi, bakmak lazım.
“İnadına yapacağız”
İstanbul’da