Erdoğan bunu 2019’da da yaptı, sanki İstanbul’u kazanmak – kaybetmek kendi zaferi ya da mağlubiyeti imiş gibi meydanlarda dolaştı, üstelik ilk seçimi iptal ettirdi ve sonunda İstanbul, Ankara gibi sembolik şehirleri kaybetti. Ve üstelik İstanbul’u, ikincisi büyük farklı olmak üzere iki kere kaybetti.
Bütün asılmalarına rağmen kaybetmesi de, gerçekten kendisi için ciddi prestij kaybı anlamına geldi.
Şimdi yine meydanlarda ve tabii, en çok İstanbul’u istiyor.
Kazanamama endişesi var. Belli ki o daha çok hırslanmaya yol açıyor.
Kitleler nasıl karşılıyor bilmem, o Cumhurbaşkanı, 70 yaşında ve meydanlarda. Diyelim İzmir’de birisi için oy istiyor, Elazığ’da bir başkası için, Malatya’da oranın adayı için… İstanbul’a gelecek ve Murat Kurum için oy isteyecek.
Bu arada birileriyle ister istemez polemiğe giriyor. Suçluyor, suçlanıyor, suçluyor suçlanıyor.
Rakipleri var Cumhurbaşkanı olmasına rağmen…
Devletin bütün imkânları elinde ve seçim ortamında da bu değişmiyor. Bütün bakanlarını da sahaya sürüyor. Devlet kullanılıyor rakiplere karşı.
Nasıl bir şey bu?
Bazen sokakta yaşlı bir insanla genç birisi tartışır, tartışma büyür, kavgaya dönüşür, size göre insanlar en çok kimi uyarır?
Yaşlı adamı değil mi? “Yaşını başını almış adamsın, bu genç daha, hatta cahil, onunla dalaşmaya değer mi?” denmez mi?
Ülkenin Cumhurbaşkanı, meydanlara çıkmış, kendi adamları adına memleketin yarısı ile “cedel”e tutuşmuş…
Bunu sadece ben mi yadırgıyorum?
Memlekette sadece ben mi kalmışım “siyaset gerçeği”ni anlamayan?
Tabii ki biliyorum, Cumhurbaşkanı’nın “partili olabilme” statüsüne girdiğini. Tabii ki biliyorum bunu en çok Tayyip Erdoğan’ın istediğini…Öyle de oldu sonuçta…
Ama ben, yazılarımı takip eden herkes de biliyor ki, bunu başından beri problemli buldum. Bunu öncelikle Cumhurbaşkanı’nın “Milletin birliğini temsil” hüviyetiyle çelişkili gördüm.
Onun ötesinde, kendisinin “muhafazakâr” kimliği sebebiyle, böyle bir statünün, yüzde 90’ları Müslüman diye bilinen ve muhafazakârlığın Müslümanlıkla eşdeğer kabul edildiği bir ülkede “İslâm aidiyeti”ni de “siyasi aidiyet”le sınırlı hale getirebileceği, Erdoğan’a karşı olanların muhafazakârlıkla da ayrışacağı endişesiyle sakıncalı buldum.
Kimseye dinletemediğimin farkındayım. Ve şimdi Türkiye böyle bir ayrışma noktasına gelmiş bulunuyor. Bereket versin insanlar, kimseye kızıp oruç bozmak gibi bir yola girmiyorlar.
Ancak bu süreçte Erdoğan’ın şahsında Cumhurbaşkanlığı makamının ortak kabul makamı olmanın dışına çıktığı da bir vakıa.
Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan, toplumun yüzde kaçından olması gereken saygıyı gördüğünü düşünüyor acaba?
Diyelim ki Erdoğan İstanbul’u aldı ve 31 Mart gecesi Kısıklı’da “Zafer konuşması” yapıyor. Bu, toplumun yüzde kaçını mutlu edecek?
Ya da diyelim ki, İstanbul’u bir kere daha kaybetti, peki bunun anlamı ne olacak?
Acaba o zaman “Keşke meydanlara çıkmasaydık da, İstanbul yenilgisi Kurum’un yenilgisi olarak kalsaydı, İzmir’de İzmir adayı, Ankara’da Ankara adayı, bilmem nerde bilmem nerenin adayı yenilmiş olsaydı” gibi bir duygu dolaşmayacak mı oralarda?
Ama denecek ki, meydanlara çıkmasaydı daha büyük kayıplar yaşanırdı…
Öyle olsa, o da tabii sürecin gereği olurdu. Kanırta kanırta gidilmezdi. “Parti devleti” hüviyeti oluşmazdı. “Muhafazakâr siyaset” tarihi sınavda daha sağlıklı bir iz bırakırdı.
Şimdi?
Şimdi “Bunlar iktidar olur, her şeyi kendi çıkarları için kullanır” gibi bir izlenim var geride…
Kaldı ki sonunda da yine kazanılıyor veya kaybediliyor, yani “siyasetin ve hayatın normali” işliyor. 2019 İstanbul’u böyle değil mi? Seçim iptal edildi de ne oldu?
Bana göre muhafazakâr siyasetin asıl çabası toplumun gönlünü kazanmak olmalıydı… Çünkü o siyaset “değer öncelikli” bir çizgiyi temsil ederdi. Değerlerin geri planlarda kaldığı, “Güç”ün ve “Güçlenme”nin öne çıktığı bir süreçte tamam, iktidar süresi bir miktar uzar ama, olan gene olur, değerlerin aşınması baki kalır.
Olan olur çünkü, her şey insan ömrü ile sınırlıdır.
Değil mi?