Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın maden kazaları için “Bu işin fıtratında var” veya “birileri dalga geçebilir ama biz kader planına inanmış insanlarız. Kader planına inandığımız için bunun dünü, bugünü, yarını olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır” gibi sözleri “kader tartışması”nı bir kere daha gündeme taşıdı.
Cumhurbaşkanı da “Birileri dalga geçebilir…” notunu düşüyor işi “Kader”e bağlarken, ama söylemekten de geri kalmıyor.
Cumhurbaşkanı “kader” bahsini insanların yaşadığı derin acıya karşı “teselli” dileğiyle mi söylüyor yoksa, iktidara yönelecek “ihmal, sorumluluk suçlamaları”nı peşin peşin karşılamak için mi, bilemiyoruz.
Ama “kader” konusu İslam’ın ya da insanlığın en hassas, girift konularından birisidir. İslam dünyasında sırf bu alanla ilgili üç ana akım (Cebriye, Mutezile, Ehl-i sünnet) oluştuğunu söylersek konunun ne kadar hassas olduğu anlaşılacaktır. Konu bir yandan Allah’ın külli iradesi ile ilgili, bir yandan insanların cüz’i iradesi ile ilgili, bir yandan kişilerin sorumluluğu, bir yandan ahiretteki hesap anı…. Evet çok boyutlu bir mesele.
Hazreti Peygamber Kader üzerine tartışmayı kısıtlamış.
Şimdi tabii, 41 kişinin (Soma’da 301 kişi) hayatını kaybettiği bir kazada yekten “Kadere havale” gibi bir tavrın içine girilmesi, Soma’da ocağın sahibi “Şirket”in, Amasra’da ise ocağın sahibi “Devlet”in sorumluluğunu devre dışı bırakmak gibi bir ihtimali akla getiriyor ve “Kader sorgulaması”na gidiliyor.
Ben, “Cumhurbaşkanı’nın ‘Dalga geçilecek’ ifadesi, aynı zamanda ‘kader sorgulaması’na gidileceğinin de farkında olunduğu anlamına mı geliyor, bu sorgulamaya ve insanların inanç bocalamasına düşmesine yol açmadan da teselli cümleleri söylenemez miydi?” sorularını sormadan edemiyorum.
“Kadere havale” ve onunla bağlantılı “Tevekkül” kavramı başından beri İslam toplumlarının geri kalmışlık sorunu ile bağlantılı olarak gündeme alındığı bilinir. Halife Ömer’in “Biz tevekkül ehliyiz” diyerek çalışmadan başkalarından gelecek sadakayı bekleyen kişileri “Siz tevekkül değil teekkül -yeme- ehlisiniz” diye kovaladığı bilinir.
Ben Mehmet Akif’in “Tevekkül” isimli şiirini okurken İslam dünyasının acılarıyla kavrulmuş bir yürekten kopan ve bütün İslam toplumlarının yüzünde şaklayan ifadelerle yüklü olduğunu hissederim.
O şiir “Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri - Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri!
O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da - Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?” diye başlar. Yani bir hasretle…
Sonra “Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu” diye devam eder.
Sonra peşpeşe yakamızdan tutup silkelemeler gelir.
“Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun,
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür; Vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi keyfine bak!
Onun hazîne-i in`âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
“Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr`ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O`na âid; Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mes`ûl olan verişten, O;
Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!
Hudâ`yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür`ete... Ha?!”
Şiirin devam var, dileyen Safahat’ta okur. Bunlar 100 yıl önce yazılanlar. Ne dersiniz 100 yıl sonra İslam dünyası olarak aynı dertlerle mustarip ve aynı şeyleri tartışmıyor muyuz?