Genelde başkasının yaşadığı hukuksuzluğu görmekte, algılamakta sorunluyuz. Buna “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yaklaşımı ile gelmişiz. Hele bu hukuksuzluk hakim irade tarafından gerçekleşiyorsa “Bir suçu olmasa devlet böyle davranmaz” mantığı ile geçerlilik sağlıyoruz.
Buradaki “biz”in içine muhafazakâr camia giriyor. Aslında “Adalet” bu camianın en değer verdiği alan olmalı. Kur’an, inananın, psikolojik boyutları dahil adaletsizliğe yönelen tüm kapılarını kapatan uyarılarla dolu. Allah zulmü sevmiyor. Kur’an, “Zalimler Allah’ın yaptıklarından haberdar olmadığını zannetmesinler” diye uyarıyor. (İbrahim suresi, 42)
Ak parti iktidarı, muhafazakâr camianın iktidarı olarak biliniyor ve bu iktidar döneminde yapılanların tamamı, bu camianın ideolojik – siyasi çizgisine fatura ediliyor. “Göz yumuyorsunuz, deniliyor, bile isteye yapılıyor, deniyor, düşman sayılanlara karşı hukuksuz davranmanın meşru olduğuna inanılıyor” deniyor.
Oysa Kur’an “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin...” (Maide, 8) diye sesleniyor. “Allah için” deniyor, “Sakın ha “ deniyor.
Bugün, ya da bir süredir, kimi insanları, grupları yargılarken Kur’an’ın bu uyarılarının aklımıza geldiğini söylemek zor. İktidarın aklına geldiğini söylemek zor, hadi onlar, “siyaset böyle” deyip işin içinden çıkıyor, toplum olarak bize ne oluyor? Biz neden içimizde bu hukuksuzlukları meşrulaştırma gibi bir vebal üstleniyoruz?
Biraz gerilere gidelim: Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri… İnsanların önce idama mahkum edilip, sonra delil arayışına girildiği zamanlara…
27 Mayıs’a gidelim. Yassıada hukuksuzluğuna… İçinden başbakana, bakanlara idam cezası çıkarılan hukuksuzluğa…
12 Mart, 12 Eylül özel hukuk getiriyor. Yaş büyüterek adam asıyor, denge olsun diye bir ondan bir ötekinden idamlıklar üretiyor…
Cumhuriyet hukukunun nerede ise bütün zamanlarında Kur’an okuduğu için, Risale-i Nur okuduğu için, boyunlarına 163 zinciri takılanlar…
28 Şubatlara gelelim. Hani bize, muhafazakâr camiaya, parti kapatma, İHL’li öğrencilerin kanadını kırma, başörtülü öğrencileri ikna odalarında boğma… hukuksuzlukları…
Merhum Erbakan’a, Tayyip Erdoğan’a şiir okuduğu için siyasi yasak getirilmesi….
Şöyle düşünelim: Tayyip Erdoğan cezaevine konduğunda aylarca, yıllarca çıkarılmasaydı oradan, Ak Parti’ye açılan kapatma davası, 10’a 1 hazine yardımı kesmek yerine kapatma kararı çıksaydı…
Hukuksuzluk mu, evet, tabii ki hukuksuzluk…
Ama bu hukuksuzluk Türkiye’nin tanımadığı bir şey değil ki… Yaparlar mıydı, yaparlardı. Biz de isyan ederdik…
Ak Parti, “Adalet” ve “Kalkınma” diye yola çıktı.
“Kalkınma” ayağı ekonomiyi ilgilendiriyor. Orada da halk ile iktidar arasında çok net bakış farklılığı var. Vatandaş çok perişan.
“Adalet” alanı ise “muhafazakarlık” iddiasındaki bir siyasi iktidar adına ideolojik bir yere çakılış anlamına geliyor. Adalet sorun yumağı.
Yargı alanı en vahim problemi “siyasi operasyon aracına dönüşme” noktasında yaşıyor. KHK hukuksuzluğu ve “yargısız infazları” bir yandan, kimi siyasi davaları “intikam aracı haline getirme” diğer yandan, bu dönem, maalesef, maalesef, geçmiş çarpık uygulamaların yanına yerleşmiş bulunuyor.
Bu uygulamaların yarınlarda emsal teşkil etmesini ister miydik? Bir siyasetçimizin yıllarca tutuklu olarak cezaevinde tutulmasını, bir sivil toplum örgütü mensubumuzun, sırf içerde tutmak için, peş peşe dava üretimi ile boğuşmasını ister miydik?
Bunu yazıyorum, belki “Bu işlerin bize dokunan boyutu varmış” gibi bir düşünce üretmek için. Yoksa adalet duyarlılığı olan birisi hiçbir hatırlatmaya gerek duymaksızın “Zulüm kime yapılırsa yapılsın ona sahip çıkar, zülüm kimden gelirse gelsin ona da karşı çıkar.” Öyle derdik eskiden, yanımıza bizimle aynı düşüncede olmasa bile liberallerden, insan hakları duyarlılığı olan insanlardan dost bulabilmek için… Şimdi güç bizde değil mi? Böyle mi bakmalıyız? Erdem bu mu? Biz bu muyduk?