Konuyu irdelemeye nereden başlamalı? Mesele o kadar girift ki…
Merhum Özal, Birinci Körfez Savaşı sırasında Amerika Güney’den girerken biz de Amerika ile birlikte Kuzey’den girersek “Bir koyup üç alacağımızı” söylemişti. Bunu Amerika da istiyordu.
O günlerde Yeni Şafak’ta “Künde atmak” başlığı ile bir değerlendirme yapmıştım. Bir Greko-Romen güreş stili olan künde atmanın büyük güç gerektirdiğini, rakibi göğsünden kucaklayıp kaldırarak adeta kendi üzerinden aşırıp yere sırtı üzerine düşürmek ve üzerine oturmak gibi bir hamle… Çok sür’atli bir hamle olan bu oyunun büyük güç gerektirdiğini, şayet başarılı olunmazsa güreşçinin “kendi oyununa gelme” sonucu ile karşılaşacağını yazmıştım.
Türkiye Amerika’nın istediğini yapmadı o zaman. Amerika Irak’ı işgal etti, Saddam’ı devirdi. Kuzey’de bir Kürt yapılanması gerçekleştirdi.
Özal’ın “Bir koyup üç alması” neydi, şayet Türkiye Kuzey’den girerse orada yerleşir, öteden beri zihin kodlarında var olan Misak-ı Milli sınırlarını kontrol eder, bunun sonucunda Kuzey Irak Kürtleri de Türkiye’nin etki alanına girer miydi? Özal’a atfedilen “Türkiye Kürtlerle büyür” yaklaşımı da böylece hayata geçer miydi? Özal’ın bu hesabı, Amerika’da nasıl karşılık bulurdu?
Evet, Türkiye Amerika’nın istediğini yapmadı o zaman.
Sonra Ak Parti iktidarının ilk zamanlarında (1 Mart 2003) bir kere daha Kuzey Irak konusu gündeme geldi. Bu defa Amerika, Türkiye üzerinden geçerek Kuzey Irak’a asker çıkaracaktı. Bunun için de Meclis’ten tezkere geçirilmesi gerekiyordu. ABD ile görüşmeler epeyce ilerledi, ama Ak Parti grubu yeterince ikna edilemedi ve tezkere Meclis’ten geçmedi. Amerika ile birlikte hareket edilseydi ne olurdu, bunu bilemiyoruz.
Kuzey Irak, oradaki Kürt yapılanması bir yana, bünyesindeki PKK yapılanması ile Türkiye için sorun olmaya devam ediyor.
Bu araya Suriye sorunu girdi. Şam’la ilişkilerdeki sorundan ayrı, Amerika’nın adeta bir devlet nüvesi gibi besleyip büyüttüğü bir YPG-QYD sorunu var. Esad’la problemliyiz, ama “Müttefik” Amerika ile de ilan edilmemiş bir düşmanlık statüsü içindeyiz.
Ayrıca Kuzey Irak’taki PKK ile Suriye’deki YPG-PYD, doğrudan Türkiye’nin içindeki yapıları ilgilendiriyor.
Buralardaki ilişkiler Türkiye – ABD, Türkiye – Irak, Türkiye - Suriye – Rusya - İran ilişkilerini alarm ortamına sürüklerken devreye Gazze girdi.
Aynı süreç, Türkiye – Mısır, Türkiye – Suud, Türkiye - BAE ilişkilerinin gerilim bandında olduğu dönemlere rastladı.
Gazze, Hamas’ın 7 Ekim’deki eyleminin ardından taş üstünde taş bırakılmamacasına yakılıp yıkılmaya, bu çağda vahşet diye tanımlamanın bile az geleceği bir vandallıkla çoluk – çocuk demeden katliam yapılmaya başlandı.
Bu dönem, tam Türkiye’nin İsrail’le normalleşme adımları attığı döneme rast geldi. Vahşetin altındaki imza İsrail’di, orayı yöneten Netanyahu idi… Arkasında Amerika vardı, Almanya vardı.
7 Ekim – bugün 24 Mart. 6.5 aylık bir süre… Katliam durmuyor, durmuyor, durmuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ifadesiyle içinde Türkiye’nin de bulunduğu “2 milyarlık İslâm dünyası” ataleti oynuyor. “Atalet ötesi”nde yaptığımız yüksek tonlu “İsrail kınamaları”ndan ibaret…
2 milyarlık İslâm dünyasından beklenenin bu olmadığı belki 2 milyarın yüreğinde depreşiyor.
Bir türlü künde atamadık. Çünkü yeterli gücümüz yok.
Bir ara ABD eski başkanlarından Bill Clinton Türkiye’ye gelmiş ve Meclis’te yaptığı konuşmada “Dünya üzerinde 13 kritik sorun var ki, Türkiye’nin katkısı olmadan onları çözmek mümkün değil” demişti. Benzeri “Türkiye misyonu” Obama tarafından da ifade edilmişti.
Zaman zaman, ya da zaman zaman değil, Ak Parti’nin soft power (yumuşak güç) diliyle diplomasi yaptığı dönemlerde bizde de Erdoğan’ın Davutoğlu’nun özellikle Ortadoğu’da Türkiye’nin dahli olmadan hiçbir konunun görüşülemeyeceği yönünde sözleri olmuştu
Aslında doğru bunlar. Türkiye Ortadoğu’nun büyük ülkesi ve tavrı pek çok şeyi belirleyecektir. Nasıl olduysa bu güç, kinetik bir enerjiye dönüşemiyor.
En azından diyelim NATO bünyesindeki müttefiklerimizi, ülkemizin artı değeri haline getiremiyoruz, hatta özellikle ABD söz konusu olduğunda negatif bir ilişki boyutu söz konusu…
Şimdilerde…
Sanki farklı bir diplomatik süreç işletiliyor. Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı fark edilir bir hareketlilik içeriyor. Fidan bu süreçte “Erdoğan’ın liderliği”nin altını çiziyor. Belli ki Erdoğan, bu farklı sürece ikna edilmiş durumda. Bir yandan Savunma Bakanı, bir yandan MİT Başkanı, hem askeri harekat, hem nokta operasyonlarla Türkiye’nin “Ateş gücü” sergileniyor, ama diğer yandan gözlenen, sürecin Hakan Fidan üzerinden bir soft power sunumu halinde ilerliyor olduğu…
Fidan ABD’li mevkidaşı Blinken’la defalarca görüştü. Bunlar YPG-PYD’ye Amerikan korumasını değiştirir mi? Süreçte bir başarı bununla ölçülecek.
İkincisi de, acil olarak Gazze’de Amerika’nın bir şey yapabilip yapamayacağı ile… ABD cenahı İsrail, daha doğrusu Netanyahu konusunda kısmi değişim görüntüsü veriyor. Ama henüz vahşet durmadı.
Bu da bütün ilişkileri zehirliyor. Gazze İslâm dünyası için travma kaynağı oldu. Evet “Neden hep mazlûm” sorusu çınlayıp duruyor İslam sokaklarında…
Az konuşup çok iş yapma ve makûs talihi döndürme zamanı… Doğru kararlar, doğru adımlar, doğru takvimler… Başka Gazzeler olmasın!