Uluç Özülker. Emekli Büyükelçi.
Uzunca bir süredir ekranlarda gördüğümüz bir isim. Dış politika analizleri yapıyor. 78 yaşında ama oldukça diri. 41 yılı Dışişleri’nde geçmiş. Google’a baktım, eski MİT Müsteşarı Bahattin Özülker’in oğlu imiş. Buradan baktığınızda Dışişleri’ne girmeden de Devlet’in mahremine vakıf bir ailenin içinde büyüdüğünü düşünebilirsiniz.
Bu yazı bir otobiyografi yazısı değil elbette ki.
Neden andım sayın Özülker’i. CNN Türk’te son ABD yaptırımlarının değerlendirildiği programda söylediği bir kaç cümle sebebiyle. Şöyle dedi:
“-Ankara’da bir Dışişleri Bakanlığı yok bugün.”
“Ne demek Dışişleri Bakanlığı yok” gibi itirazlar olunca da şöyle tamamladı sözünü:
-Evet var, ama sürünüyor. Sürünüyor efendim.
“Efendim”siz konuşmuyor Özülker.
Sonra internetten aradım, aynı sözleri, üstelik “Devlet”i de ekleyerek tv 5’teki “Düşünme Vakti” isimli programda da söylemiş:
“-Bugünkü koşullarda Ankara’da Devlet yok, Dışişleri Bakanlığı yok.”
Özülker, konuşurken deyim yerindeyse kılı kırk yaran bir kişi. Bu ifadelerin ağır olduğunun tabii ki farkında, zaten nasıl tepki verileceğini tahmin ederek konuştuğunu, daha ağır şeyler söylemek istediğini ama kendisini tuttuğunu hissediyorsunuz dinlerken.
İfadelerini açıyor sayın Özülker. İlk sözü Cumhurbaşkanı’nın söylüyor oluşunu eleştiriyor. Mealen “Bir konu öncelikle daire başkanlığında ele alınır, diyor, karşı tarafın yerine konur, onların tezleri değerlendirilir, sonra kendi cenahınıza geçersiniz, ne söyleyeceğinizi ortaya koyarsınız, ona nasıl tepki verileceğini tahmin edersiniz…. bir oyun planı çıkar ortaya…”
Tv 5’teki programda zaten 2000 kişilik mevcudu bulunan Dışişlerinden “FETÖ’cü” diye nitelenerek 600 kişinin atıldığını, bunun, Dışişlerine alımlarda liyakat aranmadığının göstergesi olduğunu kaydediyor.
Uluç Özülker bir politikacı değil, bir teknokrat. Şüphesiz sözleri sarsıcı, hele insanların her söze “Cumhurbaşkanımızın liderliğinde…” diye başlamayı bir ritüel haline getirdiği ortamda kolayca “muhalif” diye dışlanacak bir söz. Ama biraz sakin bir kafayla düşünüldüğünde görülecektir ki bunlar, evet, 41 yıllık bir diplomasi tecrübesinden sonra söylenen ve dikkate alınması gereken bir söz.
Son sözü Cumhurbaşkanının söylemesi anlaşılabilir ama ilk sözü de hatta her sözü Cumhurbaşkanı söylüyorsa, orada düşünce çeşitlenmesi ve pazarlık marjları ortadan kalkıyor demektir.
Şu anda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde en çok eleştirilen konu da “Kurumların devreden çıkarılması” değil mi? “Paralel yapılar” oluşturmuşsunuz ve işi onunla götürüyorsunuz. Sizin sözünüz üstüne söz söylemek cesaret meselesi haline geliyor. Siz böyle istemeseniz de, insani zaaflar sebebiyle böyle bir yapı oluşuyor.
Merkez Bankası olayında bu yaşanmadı mı? “Faiz artırmak – artırmamak” Cumhurbaşkanı ile ters düşmek – düşmemek meselesi haline gelmedi mi?
Yargı, bazı isimlerin tutukluluğu – cezalandırılması – tahliyesi - beraati söz konusu olduğunda Cumhurbaşkanının nasıl tepki vereceğini hesaba katmıyor mu? Bu durumda bir duayen hukukçu çıkıp “Ankarada Adalet bakanlığı var mı?” diye sorarsa haksızlık mı etmiş olur?
Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu Karar tvdeki bir programda “Maalesef Washington’da, Brüksel’de, Moskova’da, Pekin’de oturanlar Erdoğan’ı artık çözdüler. Hangi şartlarda ne taviz vereceğini biliyorlar” dedi.
Bunu da muhalif bir liderin değerlendirmesi olarak değil, nerede ise 15 yıl en yakınınızda size danışmanlık yapan bir insanın sözü olarak görmekte yarar var.
12 Eylül dönemi Türkiye’deki ABD Büyükelçisi Robert Strausz Hupe’ün Evren’le ilgili “Sayın Evren’in yanına girdiğimizde söze Atatürk’ten başlardım., o bundan hoşnalırdı” şeklinde bir sözünü not etmiştim vaktiyle. Demek ki sevdiğiniz, zaafınız olan şeyler size nüfuz için giriş kapısı olarak değerlendiriliyor uluslararası çıkar pazarında.
Hiç şüphesiz bir ülkede “son karar vericiyi çözmek” önemli bir iş. Her ülkenin istihbaratı, dışişleri, karar vericileri öteki ülkelerin liderleri için bunu yapar. Siz de Trump’ı okursunuz, Biden’ı ya da Putin’i okursunuz. Ama bu liderler işi “kurullarımızda görüşelim” diye götürüyorlarsa, kendilerine bir marj alanı bırakıyorlar demektir. Amerika’lılar bu işi hep “Senato ne der, Temsilciler ne der?” şeklinde götürmüşlerdir.
Tek adam olmamak en çok liderleri rahatlatan bir statüdür onun için.
Çıplak arama
Cezaevlerinde kadınlar çıplak aramaya maruz bırakılıyorlar mı? Ömer Faruk Gergerlioğlu bunu Meclis kürsüsüne getirdi, Ak Parti Grupbaşkanvekili Özlem Zengin de böyle bir şey olmadığını iddia ederek Gergerlioğlu’nu “Meclis’i terörize etmek”le suçladı.
Sonra kadınlar çıktı, “Bize bu yapıldı” diye açıklama yaptılar.
Onlardan birisi de 26 yaşındaki avukat (üstelik başörtülü) Betül Alpay. Alpay, Muğla E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda çıplak arama işkencesine maruz kaldığını söyleyerek Özlem Zengin’e şöyle seslendi:
“Çıplak aramaya maruz kalan binlerce kadından biriyim. Eğer 2 Kasım 2017 tarihli Muğla E Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nun kamera kayıtlarını incelerseniz benim orada 4 – 5 tane erkek gardiyanın arasında bacakları çıplak şekilde geçtiğimi görebilirsiniz.”
Alpay’ı dinledim, utandım, ezildim. Bir de Özlem Zengin dinlemeli.