Camide bir imamın bıçaklanması… Nasıl bakmalı bu olaya?
Sokakta bıçaklamadan farklı şüphesiz. Camide herhangi bir insanın bıçaklanmasından da farklı. Olayın Fatih Camii gibi, İstanbul’un en büyük camilerinden birisinde gerçeklemesi, İstanbul ya da Anadolu’nun herhangi bir şehrinde bir küçük mahalle mescidinde gerçekleşmesinden de farklı.
Camide cinayet, Hazreti Ali’nin mihrapta şehadetinden beri İslam dünyasında bilinen bir kötülük.
Hazreti Ali’ye bir “Harici” saldırmıştı ve “İlmin kapısı” diye nitelenen İslam’ın üçüncü halifesine islâmî bir konudaki (Hakem meselesi) tavrını islami bulmadığı için saldırmıştı.
Sahabe neslinde, ibadette Hazreti Peygamber’le yarışmaya kalkanlar olmuştu ve Hazreti Peygamber ibadette aşırı gittikleri için onları uyarmıştı. “Hazreti Peygamber’den fazla Müslüman olmak” gibi bir iddia, hem reddedilmiş hem de tehlikeli bulunmuştur.
Din ile insanın ilişkisi hassas bir ilişkidir. İlişki ruhiyat – maneviyat alanı ile ilgili olduğu için, o alanı kontrol her zaman kolay olmayabilmiş, ruhiyat alanındaki coşkular, hem dini anlamda sorgulanmış hem de insan ilişkilerinde problemlere yol açabilmiştir.
Tasavvufta, mürşidin kalitesi, biraz da müritlerin ruhi gelişimini sağlıklı yürütebilmesi ile ölçülmüştür.
Yine tasavvufta “şatahat” diye bilinen kimi kontrolsüz davranışlar, sağlıklı bir seyrü sülûkun göstergesi olarak kabul edilmemiştir.
Bu genel bilgilerden sonra, toplumumuzun İslam’la ilişkisine gelirsek…. Klasik ifadeyle “1000 yıldan beri İslam’la yürüyen” bir toplumdur bizim toplumumuz. Bugün de ister kültürel boyutta, ister dindarlık boyutunda bir ilişki söz konusudur.
Geçtiğimiz çağın başındaki din – toplum – devlet ilişkisi bütün ülkede sorunlara yol açmıştır. Çünkü Devlet adına dinin etki alanı sınırlandırılmak istenmiş, bu da devlet – toplum ilişkisini belirli bir gerginlik içine sürüklemiştir. 100 yılın, bu gerginliği, bütün boyutlarıyla kurulu düzen dahil tüm devlet – toplum ilişkilerine yansıttığı biliniyor.
2000’lere girildiğinden bu yana, bu alandaki gerilimi düşürmeye dönük bir iradenin devlette etkin olduğu biliniyor. Devlet kısıtlayıcı tavrını esnetmiş, daha geniş özgürlük alanı açmış durumda.
Ülke olarak şu anda bu özgürlük alanının nasıl bir din – toplum ilişkisi ortaya çıkaracağının sınamasını yapıyoruz.
“Dini alanı tanzim için” Cumhuriyet’in kurduğu özgün bir kurum olarak Diyanet Riyaseti var. Bu kurum, öteden beri “devletin dini alanı kontrol müessesesi” olarak algılandı, okundu. Devlet de kendisini tartışılmaz biçimde “Laik” olarak nitelediğine göre, Diyanet dini alanı laiklik ekseninde kontrol ve tanzim edecekti. Bu sorgulandı.
Gelinen noktada dindar olarak tanımlanacak bir siyasi kadronun yönettiği ülkede, Diyanet’in konumu da değişti. Bugün bir kesim, Diyanet’in bugünkü konumunu devletin laikliği ile bağdaştıramazken, dindar toplum kesimleri Diyanet’i sorgulamaktan vaz geçmiş gözüküyor.
Ancak Diyanet’in dün sorgulanan boyutu ile dini hayatı kapsayamıyor olması ne kadar gerçekse, bugün de, gelinen özgürlük ortamında din eksenindeki yapılanmaları kuşatamıyor olması bir gerçekliktir.
Denebilir ki, “Diyanet neden kuşatsın dini yapılanmaları, inanç özgürlüğü tam da bu değil midir?”
Bu soru, özgürlük alanlarının bir bahane ile kısıtlandığı dönemler hatırlandığında çok şaşırtıcı gelmeyebilir. Çünkü bizim memleketimizde bir bahane üretilip, tüm özgürlük alanları ihlal edilebilir.
O zaman “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler! – Laissez faire, laissez passer.”
Dileyen dilediği dini anlayışı topluma taşısın, dilediği gibi örgütlensin… Denetlemeyi toplum yapsın…
Böyle bir anlayışa, laik çevrelerden itiraz gelmesi beklenebilir. O çevreler her dini görünürlüğü problem olarak görebilecek bir iç dirence sahip…
Laik çevrelerden tepki geldiğinde de, dindar muhitlerde her dini yapılanmanın üzerine kapanma ve koruma iç güdüsünün devreye girmesi beklenebilir.
Peki ama, dini alakaların başıboşluk ortamında yürütülmesi gibi bir olgu, dindar muhitler için herhangi bir sorun olarak görülmemeli mi? Mesela Diyanet için? Mesela, dindar siyasi kadrolar için? Mesela sayıları yüzleri aşan İlahiyat camiası için? Mesela bir yanlış öğretinin hangi safhada problem olarak masaya yatırılmasından söz edilebilir? Bu konuda “siyaseten işe yarıyor olmak” ile “dinin sağlıklı öğretimi - eğitimi” alanındaki tercih hangi safhada irdelenecek?
Din alanında özgürlükle – denetim arasındaki ilişkiyi düzenlemenin kolay olduğunu düşünmüyorum. Hele devlet iradesi devreye girdiğinde iş daha da zorlaşabilir. Ama keşke, dini alan kendi içinde bir “iç denetim mekanizması” gerçekleştirebilse… Hani rahmetli Raşit Küçük Hoca’nın öncülüğünde yürüyen bir Meclis- Meşayih arayışı vardı… Nerede kaldı onlar?
Şimdilerde “Daha öte”yi, “Daha ileri”yi seslendirmenin kahramanlık sayıldığı, “itidal”in pasiflikle eş tutulduğu, radikal söylemlerin iş yaptığı bir süreç yaşanıyor. Benim bildiğim İslam’ın “Akl-ı selim” diye de bir disiplini vardı. Ona bir sorsak halimizi, ne dersiniz? Belki de tedavide doz aşımı sorunu yaşıyoruzdur. Kim bilir…