Ak Parti 25 – 26’ıncı dönem milletvekili ve MKYK üyesi Orhan Miroğlu, whatsapp hesabından gönderdiği tweetinin bir kısmını sizlerle paylaşmak isterim:
“Atatürk 9 Eylül 1922’de TBMM ordularına tarihe geçen cümlelerle şu emri verdi: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!” 12 Eylül’de tutuklanıp cezaevine konuluncaya kadar ne büyük taaruza ne Atatürk’ün taarruz emrine ve kurtuluş savaşımıza karşı bir karşıtlık yoktu içimizde. Ama gelecek yıl müze olması beklenen meşhur Diyarbakır Cezavi’ne giren herkesin hayatı da düşünceleri de ordaki uygulamaların sonucunda tamamen değişti desem yanlış olmaz. Sebebini anlatmak istiyorum. Her koğuşta , Atatürk ve İnkılapları adı altında bir ders kitabı vardı. Toplu okurduk kitabı. Esas duruşta ve ayakta. Peki nasıl ?
Okuma yazması ve diksiyonu en iyi olan bir arkadaşımız ilk sayfadan okumaya başlar, cümle bitiminde susar, bizler o susunca peşinden ve hep beraber yüksek sesle okunanı tekrarlardık! Kitabın aklımda kalan en çarpıcı cümlesi de Atatürk’ün ordulara verdiği emir cümlesiydi ve kitapta şöyle geçiyordu: Ve Atatürk dedi ki ‘Ordular İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!’ Bu ‘İnkilap Dersinin’ saatinin ne kadar sürdüğünü siz şimdi merak etmişsinizdir! Sabah saat beş- altıda başlardık ayakta okumaya ve öğlen karavanası gelinceye kadar okurduk! Dünyanın en ilginç ve kimsenin aklına gelmeyecek bir okuma şekli! Tahayyül edilmesi bile zor! Dört- beş bin kişi, kırk küsur koğuşta ayakta aynı anda ve yüksek sesle İnkılap Dersi okuyor!”
Nasıl buldunuz? 12 Eylül sonrası Diyarbakır cezaevinden bir kesiti anlatıyor. O dönem Diyarbakır Cezaevi’nde uygulananlarla ilgili çok şey yazılmıştır. Cezaevinin İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran’dır. Kıbrıs Barış Harekâtında görev almış bir askerdir. Ama onun döneminde Diyarbakır Cezaevi sanki cehennemden bir parçadır.
Miroğlu’nun hatırasını nasıl buldunuz? Bu eğitimin sonucunda oraya giren insanlar “İnkılapçı” mı olmuşlardır yoksa “Dağa çıkma duygusu kamçılanan” varlıklara mı dönmüşlerdir?
Esat Oktay Yıldıran bir askerdir. Bu işler Evren ve diğer komuta kademesi üyelerinin hiyerarşik bir silsile içinde yaptığı darbe sonrası ve insanların “Asmayalım da besleyelim mi?” mantığı içinde yargılandığı bir süreç içinde gerçekleşmiştir.
Yakında Show tv Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya için verilen ömür boyu hapis cezası kararının hastane yatağında iken yüzlerine nasıl okunduğunun görüntülerini yayınladı. (Şimdilerde medya mafya liderlerinin devlet içindeki bağlantıları ile elele nasıl hukuksuzluklar gerçekleştirdiğinin haberleri ile çalkalanıyor)
Bir dönemin güçlüleri, anayasal düzeni değiştirmek için TSK’yı kullanmaktan mahkum olmuşlardı.
Demek asker adına yapılan her şey meşru sayılmıyordu.
Esat Oktay Yıldıran’ın cezaevinde uyguladıkları da meşru değildi.
Ama gelin görün ki bunları, o gün seslendirmek ve tabii yargı huzuruna getirmek de mümkün değildi.
“Türk Silahlı Kuvvetlerine hakaret”ten başlardı yargılamanız. “Terörle mücadelenin karşısına çıkmak”la suçlanmak da en az onun kadar ağır bir suç haline gelirdi.
Türkiye’nin “Terörle mücadele” gibi bir sorunu vardır. Ama Türkiye’nin bir “İnsan hakları” sorunu da vardır. Terörle mücadeleyi “Hukuk içinde yapmak” da devlet olmanın gereğidir.
Diyarbakır Cezaevi uygulamaları, belli ki terörle mücadelenin “Kürtleri terbiye” boyutunu ifade etmektedir.
Bu yapılanlar, dağdaki terörle ilgili de değildir. Kürt aydın, siyasetçi herkesin gözü yıldırılmak istenmiştir.
Yadırgatıcı gelebilir ama terörle mücadelede bile uluslararası bağlayıcı hukuk kuralları vardır.
O dönem “köylülere dışkı yedirmek” gibi uygulamalar uluslararası yargı kararlarına “Türkiye’nin günahı” olarak geçmiştir. Farkında olmasak da hepimizin günahı…
Türkiye’de asker darbe yapar. Türkiye’de asker sivil idarelere muhtıra verir.
Sonrasında Başbakan’ın ve iki bakanın idam edildiği 27 Mayıs’ı, hükümet düşüren 12 Mart’ı, her biri millet iradesine darbe niteliği taşıyan 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı, 27 Nisan’ı birlikte yaşadık. Evet, o günlerde herkes bu yanlışları dile getirirken hep oto-sansür uygulamıştır. Ama bunlara itiraz etmenin bütünüyle “Türk ordusuna hakaret” anlamına gelmediği açıktır. Kenan Evren Genelkurmay Başkanı diye onun yaptığı darbeyi de “Türk ordusunun manevi şahsiyeti” ile bağlantılı mı görmek gerekiyor?
Türkiye’de devletin ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurumsal çerçevede yaptıklarını eleştirmek zordur. Hemen devreye “Devlet kutsiyeti” ya da “Kahraman ordumuzun asaleti” girer ve siyasi çıkarların kamçıladığı “Kamuoyu yargılaması”na maruz kalırsınız.
İşlenen hukuksuzluklar sebebiyle uluslararası mahkemelerin verdiği milyonlarca euro’luk tazminat cezalarını ülke ve millet olarak çatır çatır öderiz de bu hukuksuzlukları yapanların yakasına yapışmaktan kaçınırız. Niye? “Devlet kutsiyeti” veya “Kahraman ordumuzun asaleti…”
Türkiye’de “Devlet adına yapılan hukuksuzluklar”da insan haklarını savunmak zordur. Çünkü hukuksuzluk, arkasına Yürütmenin siyasal iktidar, Emniyet – Asker gibi boyutlarını alır, “Yargı”yı alır… Bu güçlerle el ele bir kamuoyu oluşturma yoluna gider ve insan hakkı ihmal edilebilir bir alan halin gelir, insan hakları savunucusu ise Devletin tekerine çomak sokmak gibi kolay anlaşılmayan bir işin sahibi gibi algılanır.
Vaktiyle Tayyip Erdoğan, “Kürt sorunu” konusunda Devletin ezberini bozarak Çözüm sürecini başlatırken “Elini değil bedenini taşın altına koymak” gibi “Siyasi hayatıma mal olsa bile…” sözünü söylemek gibi zorlukları göze almış, devlet adına yapılanlardan özür dilemişti.
Bölgede işlenen hukuksuzlukları Orhan Miroğlu dahil bütün Kürt milletvekilleri de bilir.
Belli ki her askerin her yaptığı meşru olmayabilir. Devlet adına yapılan her iş de meşru olmayabilir. Bu ülkede insan hakları savunucularının olması iyidir. O iş “Göze alma”yı gerektirir. Ve bir gün herkes, bir insan hakkı savunucusunun kendisine sahip çıkmasına ihtiyaç duyabilir. Dün kendisi hukuksuzlukların icracısı olsa bile…