Halkı Müslüman bir ülke…
İnsanların kendilerini hangi dozda, hangi kalitede olursa olsun “Müslüman” olarak tanımladıkları bir ülke...
Böyle bir ülkede “İslam adına dışlanma” mahiyeti taşıyacak her olgu problem teşkil eder.
İnsanlar başkaları tarafından yargılanmak, İslam’ın dışına düşürülmek istemezler. Hatta “Falancanın yaptığı İslam’sa ben öyle bir İslam’da yokum” gibi tepkiler içine girerler.
Siyaset her ülkede olduğu gibi bizde de en derin ayrışma alanıdır.
Bu ayrışma alanında insanların İslam’la ilişkilerinin nasıl seyrettiğini dikkate almak, İslam tebliğini önemseyen herkesin önemsemesi gereken bir meseledir.
Dindar insanların kurduğu, yönettiği bir siyasi hareket, halkı Müslüman bir ülkede hangi tür ilişkilere yol açar?
Siyaset dili ile din dili birbirine karışır mı? Politikacılar, oy kaygısına düşüp, din dilini de siyaset için kullanmaya yönelirler mi?
İnsanların partileri değerlendirirken pek çok kriterlerinin olacağı kuşkusuzdur.
Bu kriterlerden birisinin, hatta din alanındaki tartışmaların yoğun olduğu ülkelerde önemli birisinin siyasi kadroların pozitif – negatif anlamda din ile ilişkileri olacağı da kuşkusuzdur. Bu durumda insanlar, siyaset adamlarının dindarlığına ya da din ilişkisinde soğukluğuna bakarak tavır belirlerler. Bunlar tabiidir.
Peki cemaatler de siyasi mücadelenin tarafı haline gelmeli mi?
İLEM tarafından yapılan “İslami STK’lar” araştırmasında önemli tespitlerden birisi de “İslami STK’ların siyasileştiği” notu idi ve değerlendirme bölümünde “Siyasileşmenin islami STK’ları toplumun tamamına ulaşmaktan alıkoyduğu” ifade ediliyordu.
Daha önce Refah Partisi dönemi ile ilgili olarak “Parti ve Cemaat” konusuna işaret ettim. Belli ki o dönemde cemaatlerin parti ekseninde hareket etmesi istenmişti. Partinin her şey, liderin de herkesin lideri olduğu düşünülüyordu, Buna “dini bir gerekçe” de bulunuyordu.
Ben o dönemde cemaatlerin cemaat olarak kalması gerektiğini, insanın kişilik eğitiminin hayati değerde olduğu görüşünü dile getirdim.
Türkiye, 16 yıldır dindar siyasi kadrolar tarafından yönetiliyor. Bu dönemde sistemin laik karakterinin özgürlükçü bir yorumunun gerçekleştiği bir vakıa. Bunun, dini alandaki kısıtlamalardan kurtulmak anlamına geldiği, bundan dindar toplum kesimlerinin memnuniyet duyduğu da bir vakıa.
Peki bu durumda mevcut siyasi kadronun her yapıp ettiğini İslam adına onaylamak ve bütün sivil kurumlar olarak ona eklemlenmek mi gerekiyor?
Yani mesela cemaatlerle ya da başka sivil toplum kuruluşları ile siyasi yapı arasında hiçbir alan ya da misyon farkı kalmamalı mı? Cemaatler, siyasi yapının alt birimleri haline mi gelmeli?
Böyle bir durumun cemaatler ya da STK’lar için “misyonumuz bitti, haydin tatile!” gibi bir misyon kaybı demek olacağı tabiidir.
Şöyle bir gerçeklik var:
-Diyelim Ak Parti ne kadar geniş bir halk tabanına sahip olursa olsun, toplumun genelini kuşatamıyor.
Cemaatler islami yapılanmalar ise, onların İslam’ın mesajını toplumun tamamına taşıyor olmaları lazım. Burada mesele, kendilerinin toplumun ne kadarına ulaşıyor olmasından ziyade mesajlarının ve ortaya koydukları profilin İslam’ın kapsayıcı diline sahip olmasıdır. Değilse siyasi dil ile kısıtlı bir islami dil ortaya çıkar.
Türkiye’de cemaat olgusu, son zamanlarda çok tartışılır hale geldi. Özellikle Gülen Cemaati örneğinde, eğitimle ilgilenen herkesle diyaloga önem veren bir yapının içinden devlette paralel yapılanma gerçekleştiren, eline geçirdiği emniyet – yargı unsurlarını giyotin haline getiren, örgüt çıkarı için her türlü gayrı meşruluğa meşruiyyet kılıfı giydiren ve nihayetinde zehirli bir dil üretmekten öte, darbeye kalkışan bir yapı, cemaatin en tefessüh etmiş örneği olarak ortada duruyor. Buradan bakıldığında dini bir cemaat yapılanmasının nasıl dümura uğrayacağının manzarası ortaya çıkıyor. Şimdi durup bakalım, sokaktaki insan, dinden yola çıkıp nereye varıldığına nasıl bir kanaat oluştursun?
Gülen cemaati ve siyaset dediğimizde nereye varıyoruz? İktidardaki bir partiye yapışan, oradan emdiği iktidar ile yargıyı, emniyeti, nereye yapışmışsa orayı ifsad eden bir yapı...
Siyaset neden imkan verdi buna? O yapının kendisine imkan sunacağını düşündüğü için...
Sonunda birisi “Yanılmışız” dedi, diğeri, kendisine bağlanan yüzbinlerce insanı çamura bulanmış hale getirdi. Kaybeden ne oldu, insanların dini bir toparlanışa yönelik kanaatlerinin tükenmesi...
Cemaatler, bir insanın kişilik değerlerini iyileştirmek, iyi insan – iyi Müslüman yetiştirmek, ümmete artı değerler kazandırmak gibi bir misyonu küçümseyip, siyaset oynamaya kalkışmamalı.
Bana göre, İslam’ın tüm insanlığa yönelik misyonunu önemseyen sorumluluk sahibi siyasi kadrolar da, cemaatlerin “iyi insan” yetiştirme, dünyaya İslam’ın güzelliklerini taşıma misyonlarını önemsemeli, onu yapabilen bir cemaatten siyasete katkı gibi ek sorumluluklar beklememeli.
Böyle bir ek işin, cemaatin ana misyonunu gölgeleyeceğini ve evrensel misyonuna zarar vereceğini bilmeli.
Hatta bu yönde baskı niteliği taşıyacak “Destek vermezsek ne olur?” kaygıları oluşturacak beklentiler içine girmemeli.
Başka siyasi yapılara destek veren cemaatlerin tepki doğurması gibi, kendisine destek verenlerin de başka muhitlerde tepki doğuracağını unutmamalı.
Özellikle insanların kalbi hayatına yönelik bir eğitimi hedefleyen tasavvufi cemaatlerin, kalblerde teşevvüşe yol açacak siyasi hamlelerden kaçınmaları gerekir. Diyelim cemaat önderinin (tasavvufta mürşidin) destek kararına uymayan bir insanın tarikatla ilgisinin ne olacağı sorusu ortada kalmamalıdır.
Son olarak şunu söylemeliyim: Cemaatleri önemli buluyorum. İslam toplumlarında bu tarz yapıların insanda kalbi derinleşme sağlayan birer okul hüviyetinde olduğunu düşünüyorum. Ama bu zeminlerin aklın devre dışı bırakıldığı bir hale dönüşmemesi gerektiğine inanıyorum. Onun en dramatik örneği malum cemaatte yaşandı. Müslümanın her işi seçmelidir. Tarikata seçerek girer, ibadetinde şuur diriliği taşır, “Yol”da her adımını şuurla atar, “Allah adamı” olmanın erdemini kuşanır.