Bugün cemaat ya da tarikat diye bildiğimiz camia ile “dostça” sohbet etmek istiyorum. Böyle bir “dostça” sohbeti Gülen camiası ile yaptım, kimse duymadı, dinlemedi.
1997 – 28 Şubat öncesiydi. Ofisimiz Cağaloğlu yokuşunda, hemen İstanbul Valiliğinin alt kısmındaydı. Caddeyi yukardan görüyorduk. Aşağıdan “Tak… Tak…Tak..” diye sesler geliyordu. Camlara doluştuk. “Aczmendiler” yürüyordu. Kendilerine özgü kıyafetleri içinde, ellerinde “Asalar”, tam da Valiliğin yanından Cağaloğlu’na doğru ilerliyorlardı. “Tak, tak” sesleri, asaların parke taşlar üzerinde çıkardığı seslerdi. Bir tür meydan okumaydı. Şaşırmıştık. Sonrasında “Müslüm Gündüz – Fadime Şahin vak’ası” ortaya çıkacaktı.
***
Gülen Camiasının yurt dışındaki okullara geziler düzenlediği günlerdi. Öyle gezilere gazeteci olarak ben de katıldım. Kazakistan’dan, Moskova üzerinden Saint Petersburg’a uzanan gezide, Saint Petersburg’da bir okul ziyaretindeyiz. Öğrenciler, Türk İstiklal Marşı’nı söylüyorlar. “Ne alaka?” diyorsunuz, Rusya’nın egemenliği altındaki Saint Petersburg’da Türk İstiklal Marşı?
***
Birçok cemaatin, Gülen mensuplarının yanında, Sovyetler’in dağılmasından sonra kısmi bağımsızlıklarını kazanan, çoğu “Türki Cumhuriyet” diye nitelenen ve devlet hüviyeti henüz tamamlanmamış coğrafyalarda faaliyet gösterdiği biliniyor.
Benzeri şekilde yine birçok cemaatin Afrika’da, kimi yardımlar, kimi dini hizmet niteliğinde faaliyet gösterdiği de biliniyor.
Ama devlet yapısı oturdukça, ya da ülke herhangi bir büyük gücün nüfuz alanı ise, o güçlerin istihbaratı devreye girdikçe, bu faaliyetlerin gözaltına alındığı, sorgulandığı, denetlenmeye başladığı da biliniyor.
Önceleri bir eğitim veriyorsanız “Neyi öğrettiğiniz, öğretilenlerin ülke ve toplum bünyesi açısından bugün – yarın neler getireceği” sorgulandı, alanlar daraldı, kimi yerlerde de faaliyetler sona erdirildi. Bunun en bariz görüntüsü Rusya’da, mesela “Gülen okullarının CİA ile bağlantılı olduğu” kanaati oluştu ve bu okullar “Tehdit” gibi değerlendirilmeye başlandı. Benzeri değerlendirmelerin Azerbaycan’dan Kazakistan’a, Özbekistan’a kadar Türki Cumhuriyetlerde de gerçekleştiği biliniyor.
Bunları, bizde değerlendirilmesi daha kolay örnekler olduğu için zikrettim.
Türkiye’ye gelirsek…
Cemaat – Tarikat bir ülke gerçeği. Evet, bunların bir toplumsal vakıa olduğu ve kapatmanın bir işe yaramayacağı Cumhuriyet’in ilk yıllarının uygulaması ile görüldü. Kaldı ki, Sovyetler çok daha katı uygulamalar yaptı, orada da derin akış engellenemedi. Ve üstelik toplumun islâmî kimliği böyle korundu.
Bizde de Anadolu’nun İslamlaşmasında, evet Türk hakimiyetinin oluşmasında Yesevi dervişlerinin derin emeğinin olduğu biliniyor. Tasavvuf eğer İslam ahlâkının kişiliklere derinlemesine nüfuzunu sağlamak demekse, onun toplumun kişilik sağlığı açısından önemi de görmezden gelinemez.
Ama Türkiye’de cemaat – tarikat olgusunun bunun ötesine de geçtiği bir vakıa. Bir takım olumsuz, toplumu ayağa kaldıran örneklerin kriminolojik hüviyeti bir yana, -o alan zaten kesin devlet müdahalesini gerektiriyor- cemaat ve tarikatların etki alanları itibariyle de hangi ülkede olursa olsun dikkat çekeceği gibi Türkiye’de de dikkat çekici hale geldiği bir vakıa.
Diyelim bağlılarınıza nasıl bir eğitim verdiğiniz… Yetişkinler bir yana, cemaat bünyesinde çocukların nasıl eğitildiği, eğitim kurumları söz konusu ise oralarda nasıl bir eğitim verildiği hangi devletin görmezden geleceği bir konudur?
Cemaatin büyüklüğü, hangi toplum kesimlerini etkilediği, nihai hedefinin ne olduğu, ülke güvenliği açısından nasıl bir mahiyet taşıdığı, dış güçlerle ilişkisinin olup olmadığı vs… Bunların takip edilmemesi, not edilmemesi, ülke hafızasına girmemesi mümkün mü?
20 yıllık son dönem. Belki başlangıcında, siyasi iktidarın da, geldiği köken sebebiyle, “Devlet” diye nitelenen ayrı bir güç merkezi tarafından takip edildiği, bu takibin 2008’de “parti kapatma” iradesiyle ortaya çıktığı biliniyor. Sonrasında, o dönemler aşılıp, siyasi iradenin belirleyici hale gelmesi ölçüsünde cemaat – tarikat alanının bir anlamda “Devlet gözetimi”nden kurtulmuşçasına hatta “siyasi destek” bulmuşçasına faaliyet gösterdiği de biliniyor.
Onun bir sonucunun “Gülen Cemaati”nin “Paralel Devlet Yapılanması – PDY” haline gelmesi ve daha sonra “FETÖ’leşmesi” olduğu yakın dönemin hafıza notları arasındadır.
Şimdilerde cemaat – tarikat bağlamında kriminolojik bir durumu konuşuyor ülke. Hemen yanında siyasi iktidar cemaat – tarikat ilişkisi de konuşuluyor. Aslında “FETÖ” hadisesinden bu yana “FETÖ gitti METÖ geldi” klişesi ile, yine siyaset - cemaat – tarikat bağlantılı bir gündemin ısıtılmakta olduğu gözleniyordu.
Bunları, “İslam düşmanları”nın tüm İslam varlığına karşı yürüttüğü savaşın uzantısı olarak görmek kimilerimize “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın” heyecanlarımız çerçevesinde tatlı (!) bir mücadele alanı olarak görünebilir.
Ama basiretli olan problemi görür.
Şu son olayda siyasi iktidarın bile ne kadar sıkıştığı ortadadır. Yani öyle bir durum oluşur ki, bütün gücüne rağmen, 20 yıllık bir siyasi iktidar bile hiç kimseye şemsiye olamayabilir.
Kaldı ki, diyelim verdiğiniz eğitimin, çocuklara kazandırdığınız kişilik değerlerinin, bu çağın meydan okuması karşısında “İslam’ın yarınlara ne söyleyeceği” sorusu etrafında ne anlam taşıdığına bakmak zorundasınız.
Aslında şu söylenebilir: Bu iktidar döneminde bu işler düzelmeliydi, sağlığa kavuşmalıydı. İşte “İlahiyat camiası nerede?” diye soruluyor. Hakikaten neredesiniz dostlar? Sizler, toplumun İslam’ı sağlıklı öğrenebilmesi için var olmadınız mı? Bazı alanlara “Şunlar yanlış gidiyor” demek oy mu kaybettirir siyasi kadrolara?
Daha yazacağım şeyler var, bir ülkedeki islâmî oluşumun dünya dengeleri açısından da değerlendirilmesi gerekiyor, ama bu sütun istiabını aştı bile. Gerisi daha sonraya inşaallah.