“Devletin dini adalettir” öz deyişini mevcut iktidarın sözcülerinden kaç defa duymuşuzdur bilemiyorum.
Kendisini “Muhafazakar” diye tanımlayan bir kadroya yakışır bu söz.
“Adalet duyarlılığı” vardı da bu iktidarın. Mensupları ve bağlıları hem de liderlik seviyesinde sistemin “Adalet özürlü” yapısından çok çekmişti. Partiler kapatılmış, liderler cezalandırılmış, muhafazakâr kitleler bir dönem neredeyse sistem dışı hale getirilmişti.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ‘AİHM)bir uluslararası yargı kurumu idi. Aslında bu siyasi çizginin “Batı’ya karşı mesafeli” duruşu gereği, AİHM’e tavırlı olması gerekirdi. Ama içerde kurulu düzenden o kadar bağrı yanmıştı ki, AB ile ilişkilerin heyecanla sürdürüldüğü dönemde, 7 mayıs 2004’te Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin son fıkrası şöyle değiştirilmişti:
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
Bu arada içerde hak ihlalleri o kadar çoğalmış ve AİHM’den gelen hak ihlali tazminatlarından o kadar bunalınmıştı ki, yargı kararlarının içerde süzülmesi amacıyla Anayasa Mahkemesi (AYM)’ne bireysel başvuru hakkı tanınmıştı. Yine bu iktidar döneminde…(23 Eylül 2012)
Epeyce bir süredir kimyamız değişti. Gezi olayları etkili oldu. “Seni başkan seçtirmeyeceğiz” etkili oldu. En son 17-25 Aralık ve 15 Temmuz etkili oldu.
Türkiye’de yargı bazen özel misyonlar üstlenir. “Durumdan vazife çıkarma” süreçleri yaşanır. Yargı sistemi adaleti ıskalamaya başlar.
Davaların AİHM’e gitmesiyle övünülüyordu, AYM’ye bireysel başvuru düzeninin getirilmesiyle övünülüyordu.
Bir süredir “Yargı reformu stratejileri” açıklayıp duruyoruz ama hem kendi Anayasa Mahkememizle hem de AİHM’le aramız çok hoş değil. İçerde iktidarın müttefiki partinin lideri beğenmediği AYM kararlarına karşı kükreyip duruyor.
AİHM ise, neredeyse emperyalist dünyanın Türkiye’ye karşı ön yargılı bir kurumu ilan edilecek durumda.
Mahkemenin üst üste Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkında verdiği kararlarla başımız dertte.
“Adil yargılama yapmadınız, yapmıyorsunuz, , yapmamakta ısrar ediyorsunuz” diyor AİHM yargıçları…
AİHM’e karşı öfkeli sesler çıkarıyoruz.
15 Temmuz sonrası süreçte Yargı bu defa “FETÖ davaları” sebebiyle özel misyon üstlendi. Bir insanı FETÖ’den, yani “Terör örgütü” kapsamında yargılamak için hangi şartlar olmalıydı?
Bir kere peşin peşin yüzbinlerce insanı hedef alan kararlar sağnağı geldi. KHK ile “irtibat – iltisak” gibi hukuki boyutu tartışılacak gerekçelerle insanlar tecziye edildi, cezalandırıldı. Bu süreçte yargı yoktu.
“Arkadan gelsin” mantığı işledi. Bir yanda evet darbeciler vardı, ama öğretmen, ev hanımı, öğrenci vs… bu yüz binler darbeci miydi, terörist miydi?
Efsunlu bir Bylock bağlantısı geldi gündeme… Bank Asya’da parası olmak geldi. Dernek üyeliği geldi, Işık Evlerinde kalmak geldi… Bizzat iktidar mensuplarının iltisakları – irtibatları bulunan kurumlarla ilişki, yüzbinler için terör bağlantısı kapsamında değerlendirildi.
Neyse… İçerde yargı bu iklimden etkilendi ve evet, ev hanımları, öğrenciler, öğretmenler, üniversite hocaları dahil binlerce insan sapır sapır cezaevlerine yollandı.
“Geciken adalet adalet değildir” gibi bir öz deyişimiz de bulunsa, bizde adaletin gecikmesi de yargı sistemimizin aşamadığı tıkanmalardandır. Görevden alınıyorsunuz, içeri atılııyorsunuz, yıllarca yatıyorsunuz ve bir gün epeyce bir zaman önce başvurduğunuz AİHM’den bir karar çıkıyor:
“Türkiye insan hakları ihlalinde bulundu.”
Böyle bir karar şimdilerde Yüksel Yalçınkaya isimli bir öğretmen için verildi AİHM’de… Şöyle ki:
“Euronews Türkçe’nin haberine göre, 17 Mart 2020’de yapılan başvuruyu karara bağlayan AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “kanunsuz ceza olamayacağını” öngören 7.maddesinin, örgütlenme ve toplanma hakkıyla ilgili 11. maddesi ve adil yargılanma hakkıyla ilgili 6. maddenin ihlal edildiğine hükmetti.
AİHM’in Büyük Dairesi, 7. maddenin ihlali için 11’e karşı 6 oyla, 6. maddenin 1. fıkrası için 11’e karşı 1 oyla ve 11. madde için oy birliğiyle ihlal kararı verdi.”
Yüksel Yalçınkaya, 21 Mart 2017’de Kayseri Ceza Mahkemesi tarafından 6 yıl 3 ay hapis cezasına mahkum edilmiş. İstinaf Mahkemesi ve Yargıtay’a yaptığı temyiz başvuruları reddedilmiş. AYM’ye yaptığı bireysel başvuru da kabul edilemez ilan edilmiş. Yalçınkaya, bunun üzerine 17 Mart 2020 tarihinde hak ihlali iddiası temelinde AİHM’ye başvurmuş.
Evet, AİHM 2020’deki başvuruyu 2023’te sonlandırdı ve Türkiye’yi mahkûm etti. Şimdi Türkiye, (Yani hepimiz) bu karar gereği, başvuru sahibine 15 bin euro mahkeme masrafı ödeyecek, ödeyeceğiz.
Ve… Karar, AİHM gündemindeki benzer 8 bin 500 dava başvurusu için doğrudan emsal teşkil ediyor.
Karara Adalet Bakanı Yılmaz Tunç “AİHM’nin delil değerlendirme yetkisi bulunmadığı halde delil değerlendirerek yetki aşımı yaptığı” gerekçesiyle tepki gösterdi.
Türkiye’nin döviz söz konusu olduğunda meteliğe kurşun sıktığı bir dönemde 15 bin euro da önemli bir para, onu 8 bin 500’le çarptığınızda da önemli bir para…
Kavala ve Demirtaş için ödenecek tazminat herhalde dudakları uçuklatır.
Ne yapacağız, nasıl yapacağız da bu AİHM meselesini halledeceğiz? Yoksa önce “Devletin dini” konusunda mı bir karar versek? Hani “Adalet” konusunda… Türkiye gibi insanlığa “Yeni Yüzyıl” armağan etme iddiasındaki bir ülkenin dünyada “İnsan hakları ihlali” dosyasında ilk sıralarda bulunması onurumuza dokunmuyor mu? AİHM’i yetki aşımı ile suçlasak ne suçlamasak ne, ortada “insan hakları ihlali” diye kayda geçmiş bir hüküm var.
Bunlar, uzun hukuk mücadelesini göze almış sayılı insan grubunun ulaştığı sonuç, bir de o yolları deneyemeden yıllarını cezaevinde geçiren yurdum insanı var. Onlar hesaplarını dünyadaki “Büyük Daire”ye değil, başka bir “Büyük Daire”ye havale ediyorlar. Anlayan için onun anlamı daha derin.