Türk yargı sistemi aslında “yargılamada hata payı”nı öngörerek düzenlenmiş. İlk derece mahkemesi var, İstinaf var, Yargıtay var, daha sonra buna Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru eklenmiş. Ve nihayet Türkiye’de tüm yargı yolları tükendiğinde ve yargılanan kişi, hala haksızlığa uğradığına inanıyorsa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM)’ne başvurma hakkı tanınmış.
Üstelik AİHM yargısı üst hukuk normu olarak kabul edilmiş ve 190’ıncı madde olarak Anayasa’ya girmiş. Bunu da Ak Parti iktidarı yapmış.
Amaç hiç kimsenin hakkının kaybolmaması. Adalet yani. Çünkü “Adalet mülkün temeli” kabul edilmiş. En kadim değerlerde, toplumlar, devletler adaletle ayakta durur denilmiş çünkü.
Normal işleyen bir sistemde, bu süreç içinde davalar süzülür ve adalet yerini bulur.
Sistemin normal işleyemeyişi, yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının bir şekilde ihlali ile mümkündür.
İhlal, kimi zaman maddi çıkar ilişkileri ile gerçekleşir, kimi zaman siyasi – askeri vs. güç odaklarının etkisiyle…
Türkiye, taa Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarına uzanan ve sıklıkla tekrarlanan ölçekte, yargının bu anlamda çarpıtıldığı pek çok örneğe şahittir. Yazılarımda İstiklal Mahkemeleri’nden, Yassıada’dan, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat yargılarından, son FETÖ uygulamalarından örnekler hatırlanacaktır.
Bir süredir Türkiye, Kavala davası dolayısıyla AİHM ile sorunludur.
Dava her bakımdan sorunlar yumağı haline gelmiş, en sonunda içerde yargı süreci sona ermiş ve konu AİHM’e intikal etmiştir. Osman Kavala, Türk Anayasasının verdiği bir hakkı kullanmış, AİHM de, Türkiye’nin tanıdığı bir yargılamayı yapmıştır.
Türkiye, AİHM’en rahatsızsa, onun yargısını tanımadığını ilan edebilir. Kimse silah zoruyla Türkiye’yi Anasaya’sında AİHM kararını tanımaya zorlamamıştır.
Osman Kavala davası başından beri siyasi bir dava halindedir.
Bu davaya içerde siyasi irade tedahül etmiş midir? Evet etmiştir. İktidar cenahının Kavala’ya yönelik açık ve suçlayıcı beyanları vardır.
Bu tavır “Yargı bağımsızlığı – tarafsızlığı”nı ihlal anlamına gelir mi?
Buna “hayır” demek mümkün değildir. Hele siyasi iktidarın belirleyici konumu karşısında özellikle siyasi davalarda yargının bağımsız kalabilmesi, çok büyük cesaret meselesi, ya da her türlü yaptırıma maruz kalmayı göze alabilmekle ilgilidir.
Yargıçların değiştirilmesi, zaman zaman sürgün tarzında tayinlere maruz kalmaları Türkiye’de ahval-i âdiyedendir.
İşin doğrusu, yargı üzerindeki siyasi baskının kaldırılması ve yargıcın vicdanına göre hareket edebilmesidir.
Kavala davasında bunun böyle olduğunu kimse söyleyemez.
Şimdi iktidar cenahından birileri bana “Sana mı düştü Kavala’yı savunmak!” diye saldırıya geçecektir.
Bu tavır bile “Kavala” veya başka birilerinin peşinen mahkâm edildiğinin göstergesidir.
Yargıya bu yapılmamalı, siyasi irade kendi sınırlarını bilmelidir.
AİHM son kararında “Kavala dosyasının iyi niyetle yürütülmediği”ni hatta ortada bir “kötü niyet” bulunduğunu kayda geçirmiştir. Maalesef çıplak gözle bakıldığında görülür bu. Aynı dosyadan önce beraat, sonra heyet değiştirilerek ağırlaştırılmış müebbet verilen,bu arada siyasilerin demeçleriyle devreye girdiği bir yargılamada kimseyi “iyi niyet”inize inandıramazsınız.
Kötü olan bunun “Türk yargısı” adına yapılıyor olmasıdır. Sonuçta bir “siyasi tavır” ve bir “mahkeme iradesi” söz konusudur.
Ne var ki bu “Türkiye adına” yapılıyor ve hesap Türkiye’ye kesiliyor. Diyelim “tazminat”ı Türkiye adına, siz biz – ödüyoruz, “iyi niyet yoksunluğu’ damgası da ülkemizin dosyasına giriyor.
Oysa hepimizin yargıya “Adil ol”, siyasi iktidara da “Yargıya müdahale etme” tavrını göstermemiz gerekiyor.
Kavala veya başkası, herkesin adil yargılanma hakkı vardır.