AİHM yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi adı üstünde bir Avrupa kuruluşu. Yine adı üstünde insan hakları duyarlılığı ile hareket ediyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ana metin.
Türkiye bu sözleşmeyi imzalamış ve AİHM’in kararlarına uymayı kabul etmiş. Üstelik bu iktidar döneminde AİHM kararlarını üst norm olarak kabul ettiğini Anayasa’ya katmış.
Yani AİHS gibi bir sözleşmeyi imzalamamış olsak, AİHM kararlarını üstelik üst norm olarak kabul etmemiş olsak, AİHM’den yola çıkıp bir değerlendirmede bulunmak anlamsız olabilir.
Ama bu yapılarla ilişkiyi, “Türkiye’nin Adalet duyarlılığı taşıyan bir ülke olduğu”nu dünya – aleme ilan etmek için gerekli görmüşüz.
Türkiye’yi 21 yıldır kendisini “muhafazakâr” diye tanımlayan bir iktidar yönetiyor. Buradaki muhafazakârlığın değer kaynağı olarak “İslâm”ı işaretlediğini biliyoruz. İsrail’deki muhafazakar belki Yahudilikten yola çıkar, Almanya’daki Hristiyanlıktan, bizdeki muhafazakârın da İslâm’dan yola çıkıyor olması beklenir.
Partinin adında “Adalet” var.
İslam da “Adalet”i önceler. Her Cuma hutbede imam, “Allah adaleti emreder” mealindeki ayeti okuyarak devlete – millete uyarıda bulunur.
Bu iktidar AİHM kararlarını bir “Üst norm” olarak Anayasa’ya dahil ederken, herhalde, içerdeki yargının sağlıklı işlemeyebileceğini de dikkate almış olmalıdır. Çünkü içerdeki yargının sağlıklı işlemediğine dair örnekleri, bizzat muhafazakâr camianın kendi bedeninde gözleme imkânı bulmuştur. (Parti kapatmalar, başörtüsü yasakları ve AYM’nin o zaman verdiği çarpık kararlar, gerekçeler)
Dün Ali Saydam’ın Yeni Şafak’taki yazısında verdiği rakamlara göre Türkiye 2022 rakamlarına göre AİHM’in karar icrası için Avrupa Konseyi’nin Bakanlar Komitesine gönderdiği 4 bin 249 karardan 3 bin 750’sini uygulamış. Bu uygulama oranı yüzde 88.04’e tekabül ediyormuş.
Yani demek ki, Türkiye’nin ve tabii bu iktidarın AİHM’le kategorik bir dalaşması söz konusu değil.
Bu arada ifade edelim, 2021 istatistiklerine göre AİHM’de “En fazla ihlal dosyası” başvurusu olan ülkeler sıralamasında en üstten ikinci durumdaymışız. Toplam 70 bin 150 başvurunun 15 bin 250’si (yüzde 22’si) Türkiye’den imiş. Şimdilerde dosyaların daha da kabardığını tahmin etmek zor değil.
Belli ki içerde Yargı sürecinde sıkıntı var.
AİHM’e başvurular, malum, içerde yargı süreci bittiğinde gerçekleşiyor. Türkiye bir ara AİHM’e yağmur gibi dosya gittiği için Anayasa Mahkemesi’ne “bireysel başvuru” yolunu açtı. O da bu iktidar döneminde gerçekleşti. (23 eylül 2012) AİHM’deki dosyalar, AYM’de de sonuç alınamadığı durumlar sebebiyle gidenlerden oluşuyor.
AİHM’de verilen kararlardan yüzde 88’ini uyguladığımıza göre, bu dosyalarda doğru yargılama gerçekleşmediğini kabul etmiş olmaktayız.
Bu iktidar döneminin yargı uygulaması sembolik bazı davalarda verilen kararlarla ciddi biçimde eleştiriliyor. “Yargının siyasallaşması” problemi yeni değil, bu iktidar dönemine de has değil. Türkiye’de bu sorun hep oldu, İstiklâl Mahkemelerinden, Yassıada yargılamalarına, 12 Mart - 12 Eylül, 28 Şubat yargılamalarına, sonra bu iktidarla iç içe FETÖ yargıçlarının icraatına kadar… Sonra FETÖ ile mücadele adına…
Ve Gezi davası yargılamaları…
Beraat eden dosyalardan ağırlaştırılmış müebbet çıkaracak kadar acayipleşmiş bir dava süreci ile karşı karşıyayız.
Bir ara yazdım, ağırlaştırılmış müebbet malum, idam cezası verilemediği için verilen ceza niteliğinde…
İdam kararını verirken belki – öyle hissediyorum- yargıçlar da biraz ürperirdi. Ama ağırlaştırılmış müebbet çok rahat veriliyor. Eğer ağırlaştırılmış müebbet yerine idam verilmiş olsaydı, şu birkaç yıl içinde Türkiye’de darağacı görüntüsünden geçilmezdi.
Gezi davası ile ilgili alt derece mahkemelerde verilen kararlar, hem AYM’de hem AİHM’de bozulmuş.
Ama heyetler değiştirildi, yeni yeni davalar açıldı ve son olarak Yargıtay 3.’üncü Dairesi Osman Kavala’ya alt mahkemece verilen, ağırlaştırılmış müebbet hapis, Mine Özerden, Çiğdem Mater, Can Atalay ve Tayfun Kahraman’a 18’er yıl hapis cezalarını onayladı.
Bu, daha önce AYM ve AİHM tarafından verilen kararları kabul etmiyoruz anlamına geliyor.
Bu karar, Cumhurbaşkanı’nın ve onun talimatını önemseyen siyasetçilerin açıktan Kavala’yı ve Gezi sanıklarını hedef gösteren konuşmalarına uyum arz ediyor. Hedef göstermek, başlı başına bir hukuksuzluk. Sıfatınız ne olursa olsun yargılamayı etkileyecek bir davranışta bulunamazsınız.
Yazının başlığının garip olduğunun farkındayım. “AİHM “Siz nasıl Müslümansınız?” dese…”
Evet ne alaka? AİHM, Müslümanlık sorgulaması vs… Zaten “Dese” dedik. Oradan öyle bir sorgulama gelmez. Ama “Dese” haksız mı demek istiyorum. AİHM dese ki “Siz Müslümansınız, Kitabınız “Adalet” diyor, Peygamberiniz “Adalet” diyor. Siz Mahkeme-i Kübra” diye bir inanca sahipsiniz. Yani burada sağlanamayan adaletin yarın Tanrı’nın huzurunda kesin olarak sağlanacağına inanırsınız. AİHM gibi kuruluşlar da , nihai planda sizin adaletsizlik yapmanıza mani olmak için var. Niye kendinize bir kere daha sormuyorsunuz, ya siyasi hırslar sebebiyle bir insan hakkını ihlal ediyorsanız. Hani bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibiydi….”
AİHM bunu iktidara mı söyler yoksa kendini “muhafazakâr”, diğer ifadeyle “İslam öncelikli” olarak tanımlayan büyük büyük kitlelere mi? Bilmem içimizde bu sorgulamayı yapan var mı, yoksa bize dokunmayan yılan bin yaşasın iklimlerinde miyiz?