Ak Parti 22 yıl önce iktidara geldiğinde önünde iki veri vardı: Birisi Kemal Derviş’in başlattığı ekonomik onarım programı. İkincisi de Avrupa Birliği tam üyelik süreci.
O dönem hem ilk Başbakanlık görevini üstlenen Abdullah Gül hem de sonra görevi teslim alan Tayyip Erdoğan yönetimindeki Ak Parti bu her iki veriye sahip çıktı. Bir yandan Ali Babacan ekonomi programını yürüttü. Adalet Bakanlığında Cemil Çiçek vardı. Böylece AB müktesebatı ekonomiden yargıya tüm alanlara intikal ettirilmeye çalışıldı.
Amerika ile ilişkiler de iyi tutuluyordu, kaldı ki Amerikan yönetimi Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyordu.
O dönem Türkiye, islâmî zeminden gelen bir kadronun demokrasi içindeki tecrübesi ile Ortadoğu ve İslam dünyasına da rol model olarak görülüyordu.
Ak Parti kadrolarının da içerdeki “meşruiyet sorunu” sebebiyle bu dış desteğe ihtiyacı vardı. Kaldı ki, o dönem Abdullah Gül’ün sık sık tekrarladığı bir söz vardı: “Sonunda AB’ye gireriz veya girmeyiz, ama hem ekonomik hem sistemik anlamda Türkiye’nin bu reformlara ihtiyacı var.”
AB’nin Kopenhag ya da Maasricht isimleriyle anılan kriterleri vardı. Türkiye onları yakalamaya çaba sarfetti.
Bu süreçte bile bir gece yarısı muhtırası (27 Nisan 2007) ve kapatma davasına (2008) maruz kalmaktan kendini kurtaramadı. Bir anlamda ipten döndü. İçerisi öylesine sıkıntılıydı.
Bu badireleri aşmakta Batı ile ilişkiler işe yaradı.
Sonra AB’de “Türkiye’nin tam üyeliği”ne yönelik değişmeler oldu, Arap Baharı’nın getirdiği “İslamcı yükseliş” sebebiyle Amerika’nın tavrında da değişmeler oldu, Türkiye’de de pek eksilmeyen halk desteği ile iktidarda özgüven oluştu.
Bir ara Batı ile ilişkiler Refah çizgisini hatırlatacak biçimde yeniden anti emperyalizm eksenine oturdu.
Türkiye - Rusya ilişkilerinde sanki Batı’yı dengeliyormuş gibi bir görüntü ortaya çıktı. Avrasya ekseninin gündeme girdiği dalgalanmalar yaşandı.
…
Bu süreçte, evet gerginlikler yaşandı Batı ile ama, yine de kökten bir kopuş yönüne gidilmedi. En kritik zamanlarda bile Amerika ile ilişkiler koparılmadı, AB ile ilişkiler “stratejik” diye nitelenmekten vazgeçilmedi.
Bugün, son seçimlerin gergin “milliyetçi” söylemlerinin dahi, halkta karşılık bulmasına rağmen, retorik olmaktan öte olmadığını gösteriyor.
Evet, 22 yıl sonra bugün….
İsveç’in NATO üyeliği etrafında kopan fırtınalara rağmen, o kapıdan, yeniden ABD ile ilişkilerin geliştirilmesi, bunun göstergesi olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Biden ile görüşmesi ve dahi, İsveç’e verilecek onayın AB kapılarının da Türkiye’ye açılmasını sağlaması beklentisi…
Evet, bu beklenti bizden… Hem de içerde hem de seçimlerden sonra meşruiyet sıkıntısından eser yok iken…
Evet, Amerika – Avrupa ekseni, Ukrayna’ya saldırarak eski Sovyet saldırganlığını dirilten Putin Rusyası’na karşı yeni bir NATO seddi oluşturmak amacıyla Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya alınmasını istedi. Türkiye’nin veto hakkı var. Türkiye İsveç ve Finlandiya’da terör örgütlerine sağlanan zemin sebebiyle bu iki ülkeye veto uyguladı. Sonra Finlandiya vetosunu kaldırdı. İsveç vetosunu kaldırmakta ise ayak diredi.
Sonunda işte, bu hafta olanlar oldu. Türkiye, “Tamam, dedi, İsveç’e yönelik ambargoyu kaldırayım ama Amerika F-16’lar için kolaylık göstersin, AB de bize kapılarını açsın….”
Yani pazarlık kapısını açtı.
Rivayet o ki, yeni Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve yeni MİT Başkanı İbrahim Kalın (Eski Cumhurbaşkanlığı sözcüsü ve birçok dış meselede etkili görüşmeci), böyle bir yol konusunda Erdoğan’ı ikna etti. Bu ihtimal dışlanamaz. Çünkü her iki isim, dünkü Karar’ın manşetine yansıdığı gibi dış ilişkilerde “İnce ayar” iletişim içinde…
Kaldı ki Türkiye’nin bir sıkışıklığı var; Ekonomide… Kapılar çalınıyor. Bir yandan Yılmaz – Şimşek – Gaye Erkan Suud’da, Körfez’de temaslarda bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da gidecek oralara…
Oradan para gelir mi bilinmez ama, ekonomi kadroları biliyor ki, Batılı finans çevrelerinin de Türkiye’ye ilgi göstermesi lâzım.
“Nasıl olacak o?” sorusunun cevabı, sanırım, şu son gelişmelerde… Bir çok kanaat önderi, olan biteni “Türkiye yönünü yeniden Batı’ya dönüyor” şeklinde okudu. Hatta Türkiye’ye gelen Ukrayna Devlet başkanı Zelensky’ye “Azov komutanları”nı teslim ederek, NATO’ya jest yapma algısına bile aldırış etmedi. Tabii “Rusya’nın tepkisine de prim verilmedi” algısını da umursamadı.
Soru şu: Acaba 22 yıl önceki gibi Batı’da bir heyecan oluşur ve Türkiye’ye karşı rezervler kaldırılır mı? AB tam üyeliği konusunda Almanya, Fransa gibi ülkelerin kategorik rezervleri var. Ama onun dışında da AB kriterleri konusunda birçok AB kurumu (Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, AİHM), Türkiye’nin uygulamalarını sorguluyor.
Hukuk en temel sorgu alanı. Ekonomide iyi ilişkiler için de “hukuk alanındaki sorun”un çözülmesi kaçınılmaz gözüküyor.
Türkiye ekonomideki tıkanmayı aşmak için böyle bir tercih noktasına mı geldi? Yoksa “Batı ile güvenlik kaygıları konusunda uzlaşılırsa hukuki hassasiyetler devre dışı kalır” gibi bir beklenti içinde mi?
Oysa sağlıklı olan bizim “güvenlik kadar insanlarımızın hukuka güvenirliği de hayati önemde” gibi bir anlayışa gelmemizdir. 2002’deki Ak Parti’nin düşündüğü gibi…