Türkiye’yle Yunanistan arasında yaşanmakta olan gerginlik Doğu Akdeniz jeopolitiğini ve her iki ülkenin de yakın ilişki içinde oldukları Batılı kurumları yeniden gündemde getirdi. Türkiye ve Yunanistan 1952’de NATO’ya üye oldular. Yunanistan, NATO’nun Türkiye’nin 1974 senesinde Kıbrıs’a askeri operasyon düzenlemesine engel olmadığı gerekçesiyle ittifaka küsüp üyelikten çıkmıştı. Ankara’nın vetosunu kaldırmasını müteakip Atina 1981’de yeniden NATO’ya katılmıştı.
Yunanistan’ın gözünde NATO, Türkiye’yi kayıran ve ikili krizlerde Türkiye’nin lehine tavır koyan bir örgüt olarak algılandı hep. Soğuk Savaş dönemi kutuplaşmalar ve güç dengeleri düşünüldüğünde ittifakın güney doğu kanadının savunmasında Türkiye’nin Yunanistan’a nazaran daha önemli bir konumda olması anlaşılır bir şeydi. Amerika’nın Türkiye’ye yönelik bakışında Türkiye’nin jeopolitik konumu, askeri güç kapasitesi ve askeri bürokrasisinin dış ve güvenlik politikalarının şekillenmesinde oynadığı belirleyici rol etkili oldu. Askerden askere işleyen ve dış kaynaklı ortak güvenlik tehditlerini önceleyen bu bakış açısı kaçınılmaz olarak Türkiye’nin NATO içindeki konumunu Yunanistan’ın konumuna nazaran daha merkezi kıldı. Her ne kadar Amerika bu iki müttefiki arasında askeri yardım ve satışlar bağlamında bir denge gözetmeye çalışsa da son kertede Türkiye’nin küstürülmemesi ve bir şekilde ittifak içinde tutulması görüşü hep ağır bastı.
Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini önleyemeyen NATO ve onun lideri olan Amerika Birleşik Devleri, Yunanlıların gözündeki cazibesini zamanla kaybetmeye başladı. Amerikan karşıtlığı 1970, 1980 ve 1990’lı yıllarda Yunan iç politikasına adeta damgasını vurdu. Türkiye karşısında NATO içinde ve ABD nezdinde aradığı desteği bulamayan Yunanistan da çareyi Avrupa Birliği’ne katılmakta buldu. 1975 yılındaki üyelik başvurusu ve akabinde 1981 yılında üye olmasından itibaren Yunanistan Avrupa Birliği’ni Türkiye’ye karşı bir denge ve baskı unsuru olarak kullanıyor.
Avrupa Birliği üyeleri arasında AB’nin NATO benzeri ama ondan bağımsız bir savunma ve güvenlik örgütüne dönüşmesi fikrini en başta Fransa ve Yunanistan savunuyor. İkisinde de Amerika karşıtlığı çok güçlü ve ikisi de Türkiye’nin NATO’nun güneydoğu kanadında oynadığı rolden ve jeopolitik ihtiraslarından rahatsız. Yunanistan’ın iddiası Batı dünyasının Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını kendisinin Türkiye’den daha iyi savunacağı yönündeydi. Batının bu bölgedeki ileri karakolunun kendisi olması gerektiğini düşünen Yunanistan bu bağlamda kendini hep Türkiye’yle yarış içinde hissetti.
Bu yarışı Türkiye’nin içinde yer almadığı AB üzerinden sürdürmek ise Yunanistan’ın ana stratejisiydi. Brüksel’e giden yolların Atina’dan geçtiği varsayımı Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı izlediği stratejinin belkemiğiydi. Anadolulu bir Türkiye yerine Avrupalı bir Türkiye görmeyi tercih eden Yunanistan, 1990’lı yılların sonundan itibaren Türkiye’nin AB üyelik sürecine kerhen de olsa destek vermeye başladı. Bu destek kesinlikle kalpten gelen ve Türkiye’nin Avrupalı kimliğini onaylayan bir destek değildi. Tamamen stratejik açıdan kurgulanan ve özünde araçsal bir rasyonaliteyi barındıran bir bakış açısıydı bu.
Avrupa’nın genelinde Türkiye’yi AB’nin yörüngesinde tutma fikrinin güçlü olduğu ve Türkiye’nin de AB üyeliğini öncelikli ulusal çıkarları arasında sayıp Avrupalılaşma yönünde reformlar yaptığı zamanlarda Yunanistan’ın bu stratejisini uygulayabilmesi nispeten kolay oldu. Halbuki NATO’yu aradan çıkartıp Türkiye’yi AB üzerinden baskı altına almak stratejisinin başarılı olabilmesi için bazı şartların yerine gelmesi gerekiyordu. En önemlisi Türkiye’nin AB üyelik hedefini devam ettirmesiydi. İkinci olarak, transatlantik ilişkilerin ortak değer ve ortak çıkar temelli bir zeminde ilerlemesiydi. Ayrıca, ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında bir iş bölümü olması ve bu çerçevede Avrupa’nın ve Doğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlanmasında Avrupa Birliği’nin daha fazla
rol oynaması gerekirdi
Transatlantik camia içinde Ege ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler ve Türkiye’yle ilgili konuların NATO yerine AB üzerinden takip edilmesinin daha doğru olacağı seklinde bir görüş birliği olmuş olsaydı Yunanistan Türkiye’ye yönelik stratejisini daha başarılı bir şekilde uygulayabilirdi. Bu stratejinin sonuç vermesi ayrıca NATO ve AB arasındaki güvenlik işbirliğinin sağlıklı bir şekilde ilerlemesine, Türkiye’nin bu işbirliğini veto etmemesine, Avrupa’nın güvenlik aktörüne dönüşümünün NATO’nun kanatları altında olmasına ve ABD’nin AB’nin daha fazla sorumluluk almasına müsaade etmesine bağlıydı.
Halbuki son yaşanan gelişmeler gösteriyor ki bu varsayımların neredeyse tamamına yakını bugün geçersiz durumda. Ne AB ne de NATO onlardan beklenen tarafsız ve inandırıcı arabulucu rolünü oynayabilecek durumdalar. En başta Türkiye’nin genel olarak Batı özel olarak da AB yönelimli dış politika anlayışı son yıllarda ciddi erozyona uğradı. Bu kısa yazıda bu sonucun ortaya çıkmasında etkili olan faktörleri analiz edecek yerimiz olmadığından su gözlemi yapmakla yetinelim. Türkiye son yıllarda yeni bir dünya düzeni kurulmakta olduğunu ve kendisinin de bu düzende stratejik otonomiye sahip ve bölgesel liderlik potansiyeli olan bir ülke olarak yer alması gerektiğini söylüyor. Bu iddiasının kabul edildiği ölçüde dış aktörlerle işbirliği odaklı ilişkiler geliştiriyor. Bu iddiasını sorgulayan, kabul etmek istemeyen ve ellerinden geldiğince baltalamaya çalışan ülkelerle en iyimser ifadeyle stratejik güç mücadelesi, biraz zorlarsak düşmanlık, temelli ilişkiler yaşamaktan çekinmiyor.
Diğer taraftan şu anda çok-taraflı uluslararası örgütlere ve liberal uluslararası düzenin başat iki kurumuna, AB ve NATO, inanmayan biri yönetiyor ABD’yi. Kurucusunun ve en önemli güvenlik tedarikçisinin inanmadığı bir NATO, ne Türkiye ne de Yunanistan üzerinde etkili olabilir. Amerika’da Trump’ın dış politika çizgisine muhalif olan kesimler bile İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan dünya düzeninin yeniden tanımlanması, günün şartlarına uyarlanması ve müttefikler arası sorumlulukların daha adil paylaşılması gerektiğini söylüyorlar. Türk ve Yunan askeri yetkililer NATO bünyesinde olası askeri çatışmaları önlemek adına görüşseler de ne NATO eski NATO ne de Türkiye ve Yunanistan NATO’ya eskisi gibi bakıyor. Yunanistan’ın ısrarla sorunu AB üzerinden çözmeye çalışması, Türkiye’nin de NATO’dan ziyade ittifakın iki önemli gücü olan ABD ve Almanya’yı ikna etme çabaları bize çok şeyin değiştiğini gösteriyor. Türkiye AB’yi tarafsız ve inandırıcı bir arabulucu görmemekte haklı. Türkiye lehine görüş bildiren üyelerine ve Almanya’nın Türkiye’nin hassasiyetlerinin dikkate alınması noktasında yapmakta olduğu vurguya rağmen, kulüp dayanışması adına AB kendi üyelerinin yanında yer alacaktır.
Bunların yanında AB’nin otonom bir güvenlik aktörüne dönüşmesi ve böyle bir oluşumun ABD/NATO tarafından meşru görülmesi durumu da yok. Kısa ve orta vadede AB içinde ortak bir güvenlik ve dış politika vizyonu oluşturmak çok olası değil. Coğrafi konumları, tarihsel tecrübeleri, güç kapasiteleri, rejim tipleri, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerle geliştirdikleri ilişkilerin dinamikleri ve iç politika hesapları AB üyelerini dış politika ve güvenlik konularında birbirlerinden farklılaştırıyor. Fransa’nın AB’ni yeni-sömürgeci jeopolitik arzularını gerçekleştirmede bir araç olarak görmesiyle, Almanya’nın AB’nin ABD/NATO’dan bağımsız hareket eden jeopolitik bir aktöre dönüşmesini desteklememesi AB’nin dış politika aktörü olabilme kapasitesini ciddi olarak sınırlıyor. Fransa’nın, Rusya, Çin ve Türkiye’yi aynı kategoriye koyup AB’nin jeopolitik kimliğini bu üç aktörü dışlamak ve baskılamak üzerinden inşa etmeye çalışması AB içindeki başat görüş değil.
Doğu Akdeniz’de doğal gaz ve petrol kaynaklarının keşfi, Türkiye’nin bu kaynaklara erişiminin engellenmek istenmesi, Türkiye’nin kendi kıyılarına hapsedilmek istenmesi ve Türkiye ile karşısındaki blok arasındaki güç mücadelesinin kızışması kesinlikle Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilimi tırmandıran faktörler arasında. Ama asıl sorun başka. Son kertede Fransa gibi emperyalist bir güç ABD’nin yarattığı boşluğu fırsata çevirmeye çalışırken, Yunanistan gibi marjinal bir AB üyesi 2008 finansal krizinden bu yana şaşırdığı rotasını yeniden bulmaya çalışıyor. Her ikisi de son yıllarda Türkiye üzerinde yoğunlaşan eleştiri oklarını pervasızca kullanmaktan çekinmiyor. Türkiye ise kendi stratejik otonomisini ispat etme sürecinde yüksek maliyetleri göze almaktan çekinmeyen bir ülke resmi veriyor. Böyle bir ortamda tarafların aralarındaki uyuşmazlığı çözmeleri neredeyse imkânsız. Kriz öncesi duruma dönüp krizi yönetme adına sorunları buzdolabına kaldırmak kısa ve orta vadede tek gerçekçi senaryo. AB ve NATO’nun çabaları ancak bunu mümkün kılabilir. Ne AB ne de NATO Fransa, Yunanistan ve Türkiye üçlüsüne aynı ailenin ferdi olma duygusunu yaşatacak durumda. NATO ve AB bünyesinde bulunabilecek palyatif çözümler kısa vadede rahatlama getirse de, yakın gelecekte ortaya çıkacak bir fırsatın taraflarca kullanılmayacağının ve sil baştan benzer gerginliklerin yaşanmayacağının garantisini kimse veremez.
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu Antalya Bilim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı ve aynı üniversite bünyesinde faaliyet gösteren Sosyal, Ekonomik ve Politik Araştırmalar Merkezi (SEPAM) Direktörüdür