İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen kaotik ortamda doğan ve yetişen akademizm karşıtı, non-figüratif (lirik soyut) yaklaşım, kimi ressamlarımızda da etkisini gösterir: Abidin Dino, Selim Turan, Avni Arbaş, Fikret Mualla, Nejad Devrim, Mübin Orhan, Yüksel Arslan ve Utku Varlık bu çizgide ünlenirler. Bunlardan Mübin Orhan, “lirik soyut”un en usta ressamı olarak öne çıkar; 1960’lara geldiğinde, “ışık ve leke arayışları”yla geliştirdiği “duyarlı kompozisyonlar” yapar. Nejad Devrim, “doğaya öykünme” yerine özgün anlamı temel alan soyutun yetkin örnekleriyle kendini gösterir. SelimTuran, hat sanatından esinlenerek yaptığı soyut resimleriyle Paris’te “Realite Nuvelle” salonlarında açılan karma sergide yer almayı başarır. Avni Arbaş, lekesel teknikle “yarı soyut anlatım”da karar kılar; usta işi resimler yapar. Örneğin, Anadolu destanlarının esinlerini taşıyan “Atlar” konulu resimleri söz konusu teknikle yapılmış “yarı soyut”un özgün örnekleridir. Adnan Varınca’da “lirik soyut natürmortları”yla bu gruba katılır; koyu renk lekelerinin baskın olduğu bir anlatımı yeğler. Tablolarında ışık ve leke dağılımının gerisinde özgün “doğa soyutlamaları” fark edilir.
***
İkinci Dünya Savaşı’nın sarstığı ortamda felsefeci-yazar Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde Gazi’nin amaçladığı ancak vefatı nedeniyle kurulamayan Köy Enstitüleri açılır; aydınlanma ve milletleşme sürecinin en özgün kurumları olarak çalışır. Halkevleri yaygınlaştırılır. Yurdu Gezen Türk Ressamları programı gerçekleştirilir. Bu iklimde “çok daha yerli ve yeni” olarak tanımlanabilecek bir yaklaşımla yaşanan çevreden, var olan toplumdan kesitler tuvallere yansır. Söz konusu program çerçevesinde; Kemal Sönmezler, Nuri İyem, Selim Turan, Fethi Karakaş, Mümtaz Yener, Nejad Devrim, Faruk Morel, Turgut Atalay, Ferruh Başağa, Agop Arad, Haşmet Akal ve Avni Arbaş bir araya gelirler (yeniler grubu). Bu ressamların ilk tabloları “toplumsal gerçekçi” uygulamaların özgün örnekleri olarak kabul edilir; 40’ların sonlarına kadar artan bir ilgi görür. Buna karşın, savaş sonrasının kaotik ortamı etkileyicidir; grup üyelerinin çoğunluğu soyut (non-figüratif) yaklaşıma yönelir. Öyle ki bizde soyut yaklaşımın bu grupla ortaya çıktığı bile söylenebilir. Özellikle Nuri İyem ve Ferruh Başağa’nın “geometrik ve lirik soyutlamaları” 1950’li yıllara damgasını vurur.
***
1950’li yıllarda iki eğilim olabildiğince belirginleşir; “modern” kavramı “soyut”a, “ulusal” kavramı ise “milli”ye dönüşmüş durumdadır. Birincisiyle soyut yaklaşım gelişir, güçlenir; ikincisiyle geleneksel sanatlardan esinlenen yaklaşım serpilir. Geleneksel sanatlardan esinlenen isimlerin başında Turgut Zaim ve Malik Aksel vardır. “Onlar grubu” olarak nitelenen bazı genç ressamlar da bu yaklaşımı benimserler: Fikret Elpe, Mustafa Esirkuş, Leyla Sarptürk, Nedim Günsur, Saynur Kıyıcı, Mehmet Pesen, Fahrünnisa Sönmez, İvy Stangali ve Meryem Özcilyan.
***
Zamanla, Orhan Peker, Adnan Varınca, Fikret Otyam, Turan Erol, Nevin Demiryol, Perihan Ege, Fuat İgbelli, Osman Oral, Remzi Paşa, Gönül Tiner, Hayrullah Tiner, İlhan Uğgan, Sedat Uslu, Cafer Yazdıran ve İlkay Uçkaya da bu gruba katılır. Hemen hepsi gelenekten esinlenen resimler yapar. Grup içinde, yalnız Orhan Peker farklılığıyla dikkat çeker. O, “görsel algı ifadesi çözümlemeler” zemininde figüratif denebilecek istiflemeler yapar. Örneğin, “soyut renk lekelerinin arasından yemliklerine başlarını gümmüş beygirler” tablosu böyledir.
***
1960’lı ve 70’li yıllar, özellikle genç ressamların soyut anlatıma yöneldiği bir zaman dilimidir. Dönemin ilk örneklerinde inşacı (konstrüktüvist) eğilim göze çarpar. Örneğin, Adnan Çoker, bu yaklaşımdan hareketle “soyut dışavurum”a ulaşır. Bunun resmini özgün kılan ışıktır; siyah zemin yine siyahla verilen anlatımdaki katmanlarla birleşen geometrik alanlardaki pembe ve eflatun renkli ayrıntılar onunla alımlanır. Çoker, zaman içinde üslubunu “saf biçim ve renk duyarlılığı”yla geliştirir. Bu duyarlılık, onun geleneksel mimarinin kubbe ve kemer gibi geometrik biçimlerini kullandığı resimlerinde en üst düzeye ulaşır. Dönemin bir başka ressamı Güngör Taner, soyut anlatımın doruğa ulaştığı örnekler verir. Onun başarısı iki kavramla açıklanabilir: Hareket ve ritim. Bunlar onun soyutlamalarında; renk ve ışıkla fark edilen boşluk-doluluk, aydınlık-karanlık, sıcaklık-soğukluk gibi karşıtlıkları yansıtan renk lekeleri olarak görünür.
***
Aynı yıllarda, hem 27 Mayıs ihtilali hem de kentlere dalgalar halinde gelen göçler, resim sanatında “toplumsal gerçekçi” yaklaşımı âdeta kışkırtır; örneğin, Haşmet Akad, Neşet Ünal ve Neşe Erdok bu hareketin büyük isimleri olarak öne çıkarlar. Bunlar arasında Neşet Ünal daha bir ünlenir; eserlerinde toprak insanının dramına ağırlık verir. Tuvallerinde; dam evler, kuru ağaç gövdeleri; kıraç topraklar, mağara evlerin önünde çocuklu kadınlar ve erkekler görünür. 1970’li yıllara gelindiğinde, kimi ressamların varoluş felsefesine ilgi duydukları görülür: Utku Karlık, Mehmet Güleryüz, Kamet, Burhan Uygur ve Alaettin Aksoy bu zeminde resim yaparlar. Bunların hemen hepsinde soyut yorumlar “gizemli bir şiirsellik” olarak ortaya çıkar. Örneğin, Burhan Uygur’un tuvallerinde “şiirsel anlatımlar”, “soyut lekeler”le verilen “figüratif yorumlar”la gerçekleştirilir. Hiçlik üzerine Boş Hayaller’den Cehennem Kraliçelerine kadar resimlerinin hemen hepsinde bu şiirsellik görünür. Mehmet Güleryüz, insanı “yanlış ilişkilerin sarsıcılığı”yla uyarır; örneğin, bu çerçevede iyiliği ve kötülüğü simgeleyen hayali varlıkları kullanır; keçileşen veya maymunlaşan varlıklara yer verir. Kompozisyonları “içsel gerilimlerle yüklü Alaettin Aksoy, “esrikliğin ressamı” olarak dikkat çeker. Bu çerçevede “ürkütücü, korkutucu sanrıları hayatın gerçeklikleriyle özdeşleştiren” resimler yapar. Komet (Gürkan Coşkun), “yeni figüratif” denebilecek bir arayışı temsil eder; “gerçekle hayatın karışımı” kompozisyonlara imza atar.
***
Türk resim sanatı 1980’lerden bu yana baştan beri içerdiği çoğul güzellikler dünyası olarak gelişimini sürdürüyor. Bu satırların yazıldığı günlerde kimi ressamlarımız çeşitli kentlerde hayli ilgi gören sergileriyle gündemdedirler. Örneğin, Devrim Erbil, Tophane-i Amire’de sergilediği tablolarıyla izleyicilerin karşısındadır. Devrim Erbil, bu son sergisinde İstanbul resimlerine ağırlık vermiştir. Sergiyi gören bir eleştirmenin ifadesiyle söylemek gerekirse tablolarında “minyatürden esinlenen görsel ustalığının izleri” vardır. Söylemek fazla mı bilmem: Ülkemiz başından beri İslam ülkeleri arasında “biricik” olarak nitelenebiliyorsa, bunda Türk resim sanatı birikiminin (de) yadsınamaz payı olduğu kuşkusuzdur.