‘Milli Savunma Sanayii’nin gittikçe artan ivmesi, Türkiye’nin bölgesel aktör olma pozisyonunu sindiremeyen pek çok ülkeyi olduğu gibi, en çok da Türkiye’nin batı komşusu olan Yunanistan’ı rahatsız etmeye başladı. Aslında teorik çerçevede bakıldığı zaman, bu rahatsızlığın teknik ve taktik boyuttan kaynaklanan stratejik sebepleri mevcut. Bu cümleyi pratik açıdan biraz daha açmadan önce, biraz tarihî-kültürel kodlardan bahsetmek, günümüz uluslararası siyasetini daha iyi anlayabilmemizi sağlayacaktır.
Her ne kadar modern terminolojide, Grekçe veya Yunanca dense de, asıl ismiyle Helence (Helenika) dilinin kültürü üzerine inşa edilen Yunan kültürü, Latin kültürü ile birlikte bugünkü Avrupa kültürünün menşei kabul edilir. MÖ 7. yüzyıllarda inkişâf eden Yunan medeniyeti, Ege Denizi’nde MÖ 477 yılında bütün şehir devletlerinin birleştirilmesiyle meydana gelen ve konfederatif bir yapı olan Attika-Delos Deniz Birliği sayesinde, Avrupa’daki ilk devletlerüstü teşekkülünü doğurmuştur. İşte bu birlik, bugünkü Avrupa Birliği’nin antik dönem ölçeğindeki bir versiyonudur. Yani devletlerin askerî, idarî ve ticarî faaliyetler için ortak fayda havuzu paydasında bir paya sahip olmak için bir araya gelip, bölge dışı aktörlerin saldırılarından korunma, ortak faaliyetlerde de birlikteliği tesis etme ve güçlendirme konseptidir.
Başını Atina’nın çektiği ve “hellenotamiai” ismiyle kurulan müşterek hazine nezareti gibi ortak konfederatif kurumlarla, daha önce şehirler bazında olan üst düzey yönetimler, şehir devletlerinin bağlı olduğu üst bir yapılanma haline dönüşmüştür. Bu yapılanmanın başlıca sebebi ise İstanbul Boğazı’na ilk köprüyü MÖ 512 yılında kuran Pers İmparatorluğu tehlikesidir. Nitekim MÖ 6 ve 7. yüzyıllara tarihlenen arkaik dönem, bu tarihler civarında da artık Helence’nin konuşulduğu ve Sokrates, Platon, Aristo ve Anaksimandros gibi düşünürlerin yetiştiği bir sürece girecektir. İşte bütün bu bahsettiğimiz kültürel arka plan, Avrupalılara ilk defa organize olabilme ve birlik ruhu teşkil edebilme özelliklerini kazandırmıştır. Nitekim MÖ 477 yılından hemen bir yıl sonra MÖ 476’da meydana gelen Platea Savaşı’nda Helenler (Yunanlılar) Persleri yenmiş ve onların savaş araç gereçlerindeki bronzları eriterek bugün Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Yılanlı Sütun’u yapmışlar ve Yunanistan’daki Delphi Tapınağı’na dikmişlerdir (Sütun daha sonraki asırlarda Hipodrom’u süslemek için İstanbul’a getirildi).
Peki bu durum, günümüz Yunanistanının doğusundaki Persler yerine tehlike olarak gördüğü Türklerle olan ilişkilerini askerî boyutta nasıl etkileyecek ve Avrupa ile olan ilişkileri bu tarihî zemine nasıl bir katkı sağlayacak? Bu sorunun cevabına bakmak için, askerî olarak “tehdit”in oluşması için gereken şartları sıralayalım.
Tehdit için 3 şartın oluşması gerekmektedir:
Niyet
İmkân
Kabiliyet
Yani, karşı tarafta herhangi bir oluşuma karşı askerî anlamda zarar verebilecek imkân ve bu imkânları kullanabilecek kabiliyet varsa bile, eğer size karşı bir art niyeti yoksa tehdidin varlığı sözkonusu değildir. Diğer taraftan, elinde hiçbir silahı, yani karşı tarafı vurabilecek imkânı olmayan bir kişi, dünyanın herhangi bir devletini tek başına tehdit edip “niyet” şartını yerine getirse bile, gerekli imkân ve kabiliyeti haiz olmadığı için yine tehdit statüsüne girmez.
Bu tanımlara göre, Yunanistan ve Türkiye’nin tarihî rekabet süreci, Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanma süreci ile başlasa bile, Yunanistan da aynı Avrupa’nın yaptığı gibi yapıp, köklerini önce asıl adı “Roma İmparatorluğu” olan (Latince: Imperium Romanum, Grekçe: Βασιλεία τῶν Ῥωμαίων/Basileia ton Romaion) Bizans İmparatoruluğu’na, ondan önce de imparatorluk öncesi Helence (Yunanca) konuşan şehir devletlerine bağlamaktadır. Dolayısıyla, günümüzde Avrupa’nın mümkün olduğu kadar Yunan kültürünü yaşatmak için hibelerde bulunmasının arkasında da bu kültürel arka plan yatmaktadır. Bu destek, geçtiğimiz günlerde Yunanistan’ın Fransa’dan FREMM Sınıfı Fırkateyn kiralamak istemesinin basına yansımasıyla yeniden gündeme geldi. Yunanistan, bu fırkateynleri kime karşı ve ne maksatla temin etmek istiyor? Soruyu deniz platformlarından hava platformlarına taşıyalım. Türkiye F-35 savaş uçaklarını almak üzereyken Yunanistan neden F-16’larını “Viper Modernizasyonu”na tabi tutup, bir nevi nesil atlatmak ve filo gücünü arttırmak istiyor? İşte bütün bu soruların cevabı, Türk Savunma Sanayii’nin gelişmekte olan gücüyle alakalıdır. Çünkü Yunanistan, Türkiye’nin milli imkânlarla geliştirdiği ve ambargoya tâbî olmayan yerli üretim silahlarıyla “niyet, imkân, kabiliyet” üçlüsünün tamamlandığını hissediyor. Şimdi bu üçlünün özellikle imkân kısmını teşkil eden silahlara ve Yunanistan’a hissettirdiklerine göz atalım.
Yunanistan’ın karşısında üçlü kuvvet komutanlığı bakımından ele alındığı zaman Türk Kara Kuvvetleri’nin Yunan Kara Kuvvetleri’ne karşı mukayese kabul etmez bir üstünlüğe sahip olduğu görülür. Özellikle kara unsurlarını destekleyen T-122 ve T-300 gibi aslında birer BSRBM (Çok kısa menzilli balistik füze) olan ve milli imkânlarla geliştirilen ÇNRA (Çok namlulu roketatar/topçu roketi) sistemlerinin temin ettiği yakın ateş destek kabiliyetiyle daha da güçlendiği görülmektedir. Bilhassa mobilize kuvvet çarpanı olarak MKE’nin, 155’lik kundağı motorlu obüsü, taktik tekerlekli zırhlı aracın üzerine monte etmesi,Yunanistan’ın “sıklet merkezi”ni vurucu güç olarak kabul ettiği hava gücü üzerine inşa ettiği görülür. Bunun yanında, Yunanistan’ın olası bir Türkiye tehdidi karşısında kara gücü yerine daha fazla önem vermeye çalıştığı deniz gücüne yatırım yapma isteği, Türk Deniz Kuvvetleri’ni tehdit olarak algılamasının bir sonucudur. Şimdi bazı deniz platformları karşılaştırıldığı zaman Yunan Silahlı Kuvvetleri ile TSK’nın terazinin kefesine nasıl yerleştiğine bakalım. Denizaltılar karşılaştırıldığı zaman Türk Deniz Kuvvetleri’nin denizaltı sayısının Yunanistan’dan bir adet daha fazla olduğu görülür. Nitekim suüstü platformlara bakıldığı zaman da Türk tarafının üstünlüğü görülür.
Duruma, “silahlanmaya karşı silahlanma” açısından bakacak olursak, bu rekabetin geçmişte de Türk tarafının askerî ve ekonomik üstünlüğüyle sonuçlandığı görülür. Mesela Yunanistan’ın Almanya’dan Leopard-2 tanklarını almasından sonra, Türkiye’nin ihale bile açmadan İsrail’den aldığı M-60 tanklarını modernize edip M-60 T Sabra versiyonu haline getirerek tank bakımından Yunanistan’a üstünlük sağlaması buna bir örnektir. Nitekim Türkiye’nin aldığı tankların namlu eğim açısının daha fazla olması sebebiyle, Türk tankları mevziden çıkmadan namlusunu aşağı doğru eğerek kendini tehlikeye atmadan atış yapabilme kabiliyetiyle bir adım önde bulunmaktadır.
Bu silahlanma yarışında Türkiye’nin “yerli ve milli” vurgusuyla yaptığı atılım sonucu, silahların tamamının yüzde 100 yerli olmasa bile üretim, kullanım ve satış hakkının Türkiye’nin elinde bulunmasıyla dışa bağımlılık büyük ölçüde azaltılmıştır. Sıradaki soru, Türkiye, Yunanistan’ı bu kadar telaşeye düşürecek hangi silahları geliştirmiş veya geliştirmektedir? Şimdi bu sorunun cevabına bakalım.
Yunanistan’ın endişe hissettiği en büyük Türk silahının Bora Balistik Füzesi olduğunu söylemek, çok iddialı bir cümle olmaz. Yerli imkânlarla geliştirilen Bora Füzesi, resmi rakamlara göre 280 km. menzile sahiptir. Fakat ek bir not olarak şunu söylemek gerekir ki, 280 km. menzilli bir füzeyi yapabilen sanayi, 700 km menzilli bir füzeyi yapabilme imkânlarına sahip demektir. 280 km. menziliyle Türkiye’nin Ege kıyılarından Atina’yı vurabilme kapasitesine sahip olan Bora Füzesi, Yunanistan’ın savunma sanayii harcamalarını arttırmak için devlet erkânının meclisi ve halkı ikna etme çabalarının sebebi olmuştur. Bu da tek bir personeli dahi hayatî riske atmadan, Atina’yı baskı altına alabilmek demektir. Yunanistan’ın buna mukabele edebilecek bir füzesi ise bulunmamaktadır.
Yunanistan savunma harcamalarının yükseltilmesini teklif etmeye sebep olan pek çok savunma sanayii gelişimi kalemlerinden biri de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı için MİLGEM projesi kapsamında inşa edilen ve inşası devam eden ADA Sınıfı korvet ve İstanbul Sınıfı fırkateynlerdir. Türk Deniz Kuvvetleri’ne önemli bir kuvvet çarpanı olacak olan bu savaş gemilerinin bir büyük versiyonu ise Batı literatüründe “destroyer” adıyla geçen “muhrip” gemidir. İlerleyen yıllarda donanmanın en vurucu gemisi olacak olan ve Türkiye’nin ilk modern ve yerli “muhrip” gemisi olacak olan TF-2000 de, taşıdığı silah yüküyle Yunanistan’ın üzerindeki baskıyı arttıran en önemli muharip deniz unsurlarından biri olacaktır. Üstelik bu geminin üzerine monte edilmesi düşünülen ve geçtiğimiz günlerde testleri başarı ile tamamlanan “Korkut-D” hava savunma sistemi, artık donanmanın hizmetine girmeye hazır bir durumdadır. Korkut-D, tespit-takip-atış fonksiyonlarını herhangi bir operatörden bağımsız bir şekilde icra edebilen bir hava savunma sistemi olarak, gemileri özellikle alçak irtifadan gelen seyir füzesi veya gemisavar füzesi gibi ateş gücünden koruma amacıyla geliştirilmiştir. Korkut’un deniz versiyonu olan Korkut-D’nin ileride entegre bir şekilde çalışması muhtemel olan ÇAFRAD (Çok Amaçlı Faz Dizinli Radar) teknolojisiyle çok daha verimli bir şekilde görev icra edebilme ihtimali de bulunmaktadır. Yani ASELSAN üretimi ÇAFRAD’ın radar kabiliyeti, bu anlamda Korkut-D’nin “gören gözleri” olacaktır. Bu da, Yunanistan’ın Türk savaş gemilerine alçak irtifadan yapabileceği muhtemel saldırılar için en kesin sonuçlu çözümlerden biri olacaktır. Bu durumu daha geniş perspektifli bir analizle yorumlarsak, Yunanistan’ın her saldırı senaryosu sonrası karşılaşacağı savunma duvarı, ona yeni bir hücum versiyonu geliştirme zorunluluğu doğuracaktır. Zaten ekonomik durumu kötü olan Yunanistan için bu durum “kabus görmek” ile eşdeğerdir. Üstelik bu hücum senaryoları geliştirilirken, matematik olarak durdurma ihtimali olmayan Türk Kara Kuvvetleri için de ne kadar tedbir alabileceği ve ne kadar sürdürülebilir bir muharebe sınavı vereceği de meçhuldür. Nitekim Yunan basının yansıtmış olduğu “panik havası”nın sebeplerinin ne olduğu, savunma sanayiindeki gelişmelere bakılarak daha açık bir şekilde anlaşılabilmektedir.
Deniz platformlarına bakıldığı zaman yine son yıllarda inşa edilip filoya katılan TCG Bayraktar ve TCG Sancaktar Amfibi Tank Çıkarma Gemileri (LST) de TSK’nın deniz harekât ve amfibi kabiliyetini yükselten en önemli kuvvet çarpanı olmuşlardır. Tam bir ay boyunca hiçbir yardım ve ikmal almaksızın denizde görev icra edebilen bu gemiler 350 kişilik bir çıkarma taburunu taşıyabilen 566 yataklı bir kapasiteye sahiptir. Bunun yanı sıra 15 tonluk genel maksat helikopteri, 40’ar kişi taşıyan 4 adet çıkarma botu, 18 adet Altay Ana Muharebe Tankını da taşıyabilme kapasitesine sahip olan TCG Bayraktar ve TCG Sancaktar, kendi sınıflarında dünyanın en büyük çıkarma gemilerinden olarak, Ege’de güçler dengesini Türkiye lehine bozma kabiliyetini haizdir.
Türk savaş jetlerinin taşıdığı 250+ km. menzilli hassas vuruş kabiliyeti olan SOM-J füzelerinin yerli olarak üretilmesi de Ege’deki olası deniz-hava muharebesi bakımından önemli bir üründür. Diğer taraftan yine yerli olarak üretilen ATAK helikopteri gibi unsurlar da muharebe meydanının önemli aktörü olmaya soyunabilecek başarıda olduklarını, şimdiye kadar yapılan harekât ve tatbikatlarda göstermiştir.
Özellikle hava muharebelerinin son yıllarda parlayan yıldızı olan ve aslında kökeni eski zamanlara dayanan elektronik muharebe unsurlarından olan elektronik karıştırma yöntemleri de, kara-deniz-hava unsurlarının manipüle edilmesi bakımından önemi artmaya başlayan silahlardan olmuştur. Türk Savunma Sanayii’nin de bu kapsamda üretmiş olduğu KORAL elektronik muharebe aracı, TSK envanterine alınmış, olası hava muharebelerinde düşman unsurların radarlarının karıştırılması ve elektronik muharebe uygulanması hususunda gittikçe genişleyen silah yelpazesinin en yeni üyelerinden olmuştur.
Ege’deki Türk-Yunan rekabetinde Yunanistan’ın kendisini gittikçe daha da rahatsız hissetmesinin sebeplerinden biri de Türkiye’nin son yıllarda yerli olarak ürettiği İHA-SİHA’lardır. İHA-SİHA’ların ne kadar önemli bir operasyonel araç olduğu, geçtiğimiz gün ve yıllarda yapılan harekâtlarda görülmüştür. İHA’ların ne kadar “kullanışlı” bir silah olduğu, aslında kendisini çok fazla alışık olunmayan bir yerde daha, Ege’de göstermiştir. Keşif-gözetleme amacıyla Ege semalarında uçan 2 adet İHA’ya karşı Yunan Hava Kuvvetleri muadil bir silahları olmadığı için 4 adet F-16 kaldırmak zorunda kalmıştır. Bu çok kritik durum, savaşın sürdürülebilirliği ilkesine mugayir bir örnek teşkil eder. Çünkü her havalanan İHA başına 2 F-16’nın kaldırılması, Yunan Hava Kuvvetleri’nin bütçesini o katsayıda zorlayacak bir hamledir. İHA’nın yakıtının F-16’nın yanında oldukça cüzî bir miktar olması, muharebe veya rekabet ortamını Yunanistan aleyhine “sürdürülemez” kılmaktadır. F-16, İHA’ya karşı üstün bir hava aracı olsa da, savaşın sadece muharebenin değil, aynı zamanda ekonominin de içinde bulunduğu bir olgu olmasından dolayı, İHA’lar da Yunanistan’ın “TSK çıkmazları”ndan biri olmuştur.
Çinli savaş teorisyeni Sun Tzu “En iyi zafer, savaşılmadan elde edilen zaferdir” der. İHA’ların da savaşmadan, maliyet-etkin bir formülle Yunanistan’a maliyetli bir cevap vermeye zorlaması, Sun Tzu’nın 2500 önce söylediği sözün uygulamalı örneğidir. Nitekim her zaman makbul olan da, silahların savaşa girmeden savaşın kazanılmasını sağlamasıdır. Türkiye’nin bu hususta atmış olduğu adımların günbegün artması da hem TSK’nın bölgedeki güç dengeleri içinde konumunu güçlendirmekte, hem de güçlenen TSK’nın Türkiye’yi daha fazla söz sahibi olan bir aktör yapmasını sağlamaktadır.
ANALİZ: SEFA ÖZKAYA/AA