SERTAÇ CANALP KORKMAZ
Türkiye, uzun yıllardır terörle mücadele eden bir ülke olmayı sürdürürken, mücadele ettiği terör örgütleri ise birbirinden çok farklı dinamiklere sahiptir. PKK, DAEŞ, DHKP-C ve FETÖ gibi terör örgütleri, eylemleriyle Türkiye’de en çok öne çıkan ve Türkiye’ye en fazla tehdit oluşturan terör örgütleridir. Halihazırda sahada yoğun bir şekilde PKK ve DAEŞ’e karşı sürdürülen silahlı mücadele ise diğer iki terör örgütü ile olan mücadeleden farklılaşmaktadır.
Türkiye’nin terör örgütleriyle olan mücadele süreci Batılı ülkelerin Ortadoğu’da izlemiş olduğu politikalar nedeniyle pek çok kez zarar görmüş ve görmeye de devam etmektedir. Bilhassa ABD’nin Irak’a yönelik her müdahalesi eninde sonunda Türkiye’ye yönelik yeni bir terör tehdidi ortaya çıkarmıştır. Çarpıcı bir örnek olarak, her Irak müdahalesi sonucunda PKK terör örgütünün kazandığı güç dikkat çekicidir.
PKK, 1. Körfez Savaşı sonrası dönemde, Irak ordusuna 36. paralelin ötesine geçmesi yasaklandığı için, Irak ordusundan geriye kalan silahları ele geçirerek muazzam bir silah ve mühimmat envanterine kavuşmuştur. Ayrıca Türkiye’nin güneydoğusunda görev yapan Çekiç Güç tarafından da PKK kamplarına yardımlar götürülmesi o dönemki gazeteciler ve bölgede görev yapmış olan güvenlik güçleri tarafından pek çok kez dile getirilmiştir. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesi PKK tarafından bir fırsat olarak görülmüş ve Türkiye’ye yönelik tekrardan silahlı saldırıya geçmesine kapı aralamıştır. 2000’li yıllar Türkiye’nin PKK terörüyle hem mekânsal hem de teknolojik bağlamda yeni taktiklerle karşı karşıya kaldığı bir dönem olmuştur. El Yapımı Patlayıcıların (EYP) yoğun bir şekilde kullanılmış ve gerçekleştirilen saldırılar da kırsaldan kentsel alana doğru kaymıştır.
İran’ın Irak üzerinde artan nüfuzu Şii merkezli politikaların uygulanmasını beraberinde getirerek Sünnileri sistemden dışlamıştır.
2015 yılında çözüm sürecinin bizatihi PKK tarafından terk edilmesiyle birlikte, PKK’nın eylemleri ağırlıklı olarak kentsel alanlara taşınmıştır. Ülkenin güneydoğusunda pek çok ilçe merkezi PKK ve uzantıları tarafından yeni savaş alanı olarak seçilmiştir. PKK 22 Temmuz 2015’ten bu yana saldırılarına ara vermezken, verdiği mücadeleyi sadece ülkenin güneydoğusu ile sınırlandırmayıp Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerde de bombalı saldırılar düzenleyerek kentsel alanlarda hem sivilleri hem de güvenlik güçlerini hedef almıştır. Zaman zaman da tıpkı ABD, İran ve Rusya’nın Suriye’de sıkça başvurduğu ve savaş alanının popüler yöntemlerinden olan vekalet savaşına başvurmuştur. PKK’nın bu noktadaki vekili ise her ne kadar ayrı bir doğaya sahip olduğu iddia edilse de PKK’dan taşeronu konumunda olan Kürdistan Özgürlük Şahinleri olarak bilinen ve kısa adı TAK olan terör örgütüdür. ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle ortaya çıkan tehditler ise sadece PKK ile sınırlı bulunmamaktadır. 2003 sonrası dönemde bu kez Irak topraklarından Türkiye’ye yönelen terör tehdidi DAEŞ ile birlikte ikiye çıkmıştır.
PYD/YPG’ye gidecek olan Stinger füzeleri
1. Körfez Savaşının üzerinden 12 yıl geçtikten sonra ABD, Kitle İmha Silahları bahanesiyle Irak’ı işgal etmiştir. Irak’ta devlet otoritesi yok edilmiş ve Irak üzerinde İran’ın nüfuzunu engelleyen tüm engeller ortadan kaldırılarak adeta İran’ın önü açılmıştır. İran’ın Irak üzerinde artan nüfuzu Şii merkezli politikaların uygulanmasını beraberinde getirerek Sünnileri sistemden dışlamıştır. Sistem dışına itilen Sünniler farklı arayışlar içerisine girmeye başlamış ve bu Sünnilerin bir kısmı da günümüzde Irak’tan Suriye’yi uzanan bir alanda sözde halifeliğini ilan etmiş olan DAEŞ terör örgütünün oluşmasına katkı sağlamıştır. Önce Irak İslam Devleti, sonrasında ise Irak ve Şam İslam Devleti adını alan DAEŞ terör örgütü özellikle yabancı terörist savaşçılar üzerinden Türkiye’ye yönelik ciddi bir tehdit oluşturmaya başlamıştır. Türkiye ise ağırlıklı olarak PKK ile sürdürdüğü terörle mücadelesinin yanına DAEŞ’i de eklemek zorunda kalarak aynı anda iki farklı dinamiğe sahip terör örgütüyle uğraşmaya başlamıştır.
Türkiye, ABD’nin ve ABD ile Ortadoğu’da beraber hareket eden diğer ülkelerin izlemiş oldukları politikalar nedeniyle dünyada hiçbir ülkenin karşılaşmadığı şekilde yoğun terör saldırılarıyla mücadele etmek zorunda kalırken, terörle mücadelede ihtiyaç duyduğu ne siyasi ne de teknolojik talepleri asla kabul görmemiştir. Bunun da ötesinde, Türkiye’nin PKK terör örgütü ile olan mücadele süreci eleştirilirken, Suriye İç Savaşı patlak verdiğinden bu yana devam eden DAEŞ tehdidiyle de Türkiye’nin gereken düzeyde mücadele etmediğine dair asparagas olmaktan öteye geçmeyen haberler Batı basınında sıkça dolaşımda tutulmaktadır. Fakat Türkiye, DAEŞ tehdidi ortaya çıktığı andan itibaren hem kendi sınır hattında aldığı tedbirler hem de uluslararası işbirliği açısından yaptığı çağrılar bağlamında Batılı ülkelerden gereken desteği yine alamamıştır. Aynı Batılı devletlerin Türkiye’nin haklı itirazlarına rağmen sahada PYD/YPG güçlerine olan silah ve eğitim desteği ise tüm hızıyla devam ederken, geçtiğimiz hafta ABD Kongresinden PYD/YPG’ye taşınabilir hava savunma sistemi olarak bilinen Stinger füzesi verilmesine dair izin de çıkmıştır. Geçtiğimiz aylarda bir Türk helikopterinin PKK tarafından farklı bir menşeli ama aynı türdeki bir füze ile düşürüldüğü hatırlarsak, PYD/YPG’ye verilecek bu tehlikeli silahın Türk helikopterleri ve uçakları için nasıl bir tehdit yaratacağı daha kolay anlaşılacaktır.
Olağanlaşan Batı refleksi
2016 yılında Türkiye’ye yönelik PKK ve DAEŞ tarafından gerçekleştirilen silahlı saldırıların yanında, sadece bombalı saldırılar sonucunda yüzlerce sivil vatandaşımız ve güvenlik görevlimiz hayatını kaybederken, binden fazla insanımız da yaralanmıştır. Gerçekleştirilen saldırılardan sonra özellikle PKK terör örgütüne yönelik Avrupa’nın iki yüzlü yaklaşımları Türkiye’nin terörle mücadelesinde itildiği yalnızlığı gözler önüne sermektedir. Gerçekleştirilen onlarca provokasyona rağmen barışı sürdürmek isteyen Türkiye’nin çabalarının ve Türkiye’nin aksi yönde hareket ederek 22 Temmuz 2015’te çözüm sürecini barışın aleyhinde savaş ile sürdürmeye tercih eden PKK’nın seçiminin Avrupalı devletler tarafından görmezden gelinmesi müttefikliğin Batılı devletler için ne anlama geldiğini gözler önüne sermektedir.
Terörle mücadele politikası hem Türkiye içine, hem de sınırlarının ötesine uzanan bir karakteristiğe sahip olmalı...
Bu sebeple, Türkiye için terör tehdidi, bulunduğu coğrafya ve Batılı devletlerin iki yüzlülüğü nedeniyle olağanüstü olmaktan çıkıp olağan hale gelmiştir. Ancak Türkiye’nin terörle mücadele politikası oluşturulurken, salt Türkiye’nin içine yönelik değil aynı zamanda sınırlarının ötesine uzanan bir karakteristiğe sahip olma zorunluluğu artık yeni güvenlik stratejisiyle birlikte somutlaşmaya başlamıştır. Bu noktada da Türkiye’nin herhangi bir komşu devletinin toprağında gözü olmadığını, sadece o topraklarda güçlü bir devlet otoritesi olmadığı için ortaya çıkan yönetim boşluğunu fırsat olarak kullanan terör örgütlerini engelleme amacıyla harekete geçtiğini ve bunu da uluslararası hukukun kendisine tanıdığı meşru müdafaa kapsamında icra ettiğini önemle vurgulamak gerekir.