ERKUT TEZERDİ/DOSYA
Aşıklar deli mi? Latinlere göre “Evet!”, hatta bu konuda “amantes sunt amentes” dediklerini belirtiyor Ayfer Tunç. İnsanlık tarihinin kendini ateşe atan aşıkların öyküleriyle dolu olduğunu da sözlerine ekliyor. Tunç ‘Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura’ isimli yeni romanında acının ta kendisini başrole oturtuyor, aşk kavramını iyice deşiyor, bu deşmeyi gerçekleştirirken ‘kader’ ile 'umutsuzluk’u sayfalara nakış gibi işliyor. Romanda ana karakterlerden birinin adı Umut, diğerininki Sanem. “Umut ne zaman ve nasıl öleceğini, Sanem de kendisini başka bir kıtaya atan nedenleri biliyor, birbirleri aracılığıyla kendilerine bakıyorlar. Aşk bu sorgulamanın katalizörü” diyen Tunç’la romanını konuştuk.
Acının başrolde olduğu sert bir roman yazmışsınız. Ancak aşıklar neden delidir? Mantığı devre dışı bırakarak ölüme meydan okudukları için mi? Romanda bunu üç bölümde detaylıca anlatıyorsunuz ama sizden kısaca duymayı çok isterim.
Aşk insanın gönüllü olarak ve haz duyarak yoldan çıktığı nadir sapmalardan biridir, ölüme meydan okumak denebilir, çünkü ölümsüzlük isteğidir, her şeyi göze almaktır. Hayata dair bütün planları değiştirir. Evli bir adam bir kadına aşık olur mesela, evini barkını, çoluk çocuğunu terk eder, hayatı alt üst olur. Toplum bunu en hafif tabirle delilik olarak görür ya da Ferhat’ın Şirin için dağları delmesi de deliliktir. Aşıkların deli olduğunu Latinler söylemiş, ‘amantes sunt amentes’ demişler. İnsanlık tarihi kendini bile bile ateşe atan aşıkların hikâyeleriyle dolu olduğuna göre gerçekten güçlü bir aşkın bir tür delilik olduğunu söyleyebiliriz. Ama belki de aşkla delirmek bu acımasız dünyaya karşı koymanın en insancıl yoludur.
Romanda sıradan olmayan yaşamların özellikle psikolojilerini aktarıyorsunuz; kader altında ezilmişliğin fikirleri işgal edişini, vicdanın dayatmalarını, itilmişlik karşısında yönelişleri, tutumları… Daha önemlisi acının dünyaları farklı iki insanı nasıl tek beden haline getirdiğini… Böyle derinlikli karakterler doğaçlama gelişmedi değil mi? Ölçütünüz neydi?
Geçen yüzyıl kavramların oturduğunu sandığımız, mevcut bilgilerimizle yola devam edebileceğimize inandığımız bir yüzyıldı. Ama dijital devrimle birlikte her şey değişti. Bugün çok farklı bir yüzyılı yaşıyoruz. Bilim, inanç, insanlık durumu hakkındaki eski bilgilerimiz dipten sarsılıyor. Genetik ve teknoloji hiç olmadığı kadar hayatımızın içinde. İnsanlığa dair eskiden emin olduğumuz iyilik/kötülük, merhamet/acımasızlık gibi kavramlar birbirini ezer hale geldi. Yarın hakkında karamsarız. Bu yeni dünya ve hızla törpülenen kavramlar, özellikle genetik bilimi bana yeni sorular sorduruyor, bunlardan biri de kader. Kader genetiğimizle taşıdığımız bir varoluş mudur yoksa hayatın bize çizdiği yol mu? Kaderimizi ne kadar elimizde tutabiliriz? Bu sorular uzun süredir kafamda dolaşıyordu. Romanın ana hikâyesi birbirine karşıt türden iki kader anlayışı ve iki karakterin birbirinden farklı hayat algıları arasındaki etkileşimden doğdu.
Umut ile Sanem gerek geçmişte yaşadıkları travmaları gerekse de yaşamın, kaderin onlara bıraktıkları nedeniyle karamsarlık durağında bekliyorlar. Onların bu çizgisini kırmaya çalışan, onları tetikleyen ‘aşk’ı var eden etmenleri siz nasıl sıralarsınız?
“Ben aşkın bugün kavram olarak aşırı yıprandığı, duygu olarak da fazlasıyla bozulmuş olduğu kanısındayım. Yeni dünyanın tanım bombardımanı altında çürümüş bir şey haline geldi. Sosyal medyadan sinemaya, edebiyattan politikaya kadar her şey bize aşkı tanımlama iddiasında, her gün birileri sürekli aşkı nasıl yaşamamız gerektiğini vazediyor. Önerilen şeylerin yapılması halinde elde edebileceğimiz bir ürüne dönüştü ve bunun Sevgililer Günü’nden ısrarla kutlamamız istenen yıldönümlerine kadar geniş bir ekonomisi de var.”
Sanırım bir umutsuzluk çağına girdik, dünyanın içinde bulunduğu yeni durum nedeniyle bireysel acılarımızı daha da ağırlaştıran bir atmosferde yaşıyoruz. Romanda temel etmen bu umutsuzluk ama bunun yanı sıra yurtsuzluk, kendinden kaçış, başkası olmak, kader, yarın uyanmak için bir neden bulamamak gibi aşkı tetikleyen pek çok etmen var. Umut ne zaman ve nasıl öleceğini, Sanem de kendisini başka bir kıtaya atan nedenleri biliyor, birbirleri aracılığıyla kendilerine bakıyorlar. Aşk bu sorgulamanın katalizörü.
Aşk konusunda karamsar olduğunuzu düşünüyorum çünkü aşkı romanda kesinlikle idealize etmiyorsunuz, hem en doğal haliyle hem de umut vermeden anlatıyorsunuz. Haksız mıyım? Her aşk bitmek zorunda mı? Ne kadar sürer? Nereye varır?
Her aşk biter, aşkın doğası budur, çünkü bedenimizin sonsuza kadar sürdüremeyeceği bir aşırılıktır aşk. Aşkın ilk günkü heyecanı ve yürek kalkıntısıyla sürekli yaşamamız mümkün olmadığı için ‘semptomları’ giderek hafifler, bu nedenle aşıklar bir gün kendilerini hayatlarındaki monotonluğu sorgularken bulurlar. Öte yandan kavuşamama halidir, kavuşmaya giden yoldaki hazdır. Romeo ile Juliet birlikte olabilselerdi muhtemelen boşanırlardı, ki bunu tahayyül eden edebiyat yapıtları da yazıldı. Bence layıkıyla yaşandıysa veya olumlu duygulara evrildiyse aşkın bitmesinde bir sorun yok. Asıl mesele başka. Ben aşkın
bugün kavram olarak aşırı yıprandığı, duygu olarak da fazlasıyla bozulmuş olduğu kanısındayım. Yeni dünyanın tanım bombardımanı altında çürümüş bir şey haline geldi. Sosyal medyadan sinemaya, edebiyattan politikaya kadar her şey bize aşkı tanımlama iddiasında, her gün birileri sürekli aşkı nasıl yaşamamız gerektiğini vazediyor. Önerilen şeylerin yapılması halinde elde edebileceğimiz bir ürüne dönüştü ve bunun Sevgililer Günü’nden ısrarla kutlamamız istenen yıldönümlerine kadar geniş bir ekonomisi de var. İnsanların aşk diye bir yanılsamaya koşturulduğunu düşünüyorum. Elbette saf aşk yoktur ama hiç bu kadar da katışık olmamıştı. Acaba insan için saf aşk bir ihtiyaç olmaktan mı çıktı? Bence çıktı. Çünkü zamane insanı kolay olanı giderek daha fazla istediği için zihni de hızla sığlaşıyor, bu sığlıkta saf aşk gibi derin kavramların yaşaması çok zor.
Peki tıpkı romandaki gibi biteceğini bile bile bir aşka başlamak acının ta kendisini doğurmaz mı? Veya mutluluğun üzerini örtmez mi?
Siz yazmayı nasıl tanımlarsınız: Hayata tutunmak? Aktarmak? Göstermek? Mesaj vermek? Vakit geçirmek veya geçirtmek? Hatta yazmak, “öfkelenmemenin anahtarı” diyebilir misiniz?
Sanırım hiçbiri değil. Vakit geçirmek deyiminin de beni ürküttüğünü söylemeliyim ki romanın temel meselelerinden biri bu: Zaman. Niye yazdığımı daha önce de söyledim, tekrar edeyim: Kendim ve başkaları olmak için yazıyorum. Çünkü sahip olduğum tek bir hayatla yetinemiyorum. Sanal alemde olmadığım bir kimlik edinmek kadar basit değil elbette, daha zor bir yol benimki.
Öleceğimizi de biliyoruz ama yaşıyoruz. Aşk da böyle bir şey, biteceğini düşünmeden yaşıyoruz, yaşarken de pekala mutlu oluyoruz. Ama ben başka bir açıdan bakıyorum. Aşk günümüz insanı için yokluğunun neredeyse ayıp sayıldığı, aşkı bulamamış kişiyi İngilizce tabirle ‘loser’ durumuna düşüren, sabırsızca bir beklenti haline geldi. Hem ontolojik bir boşluk hissi yaşıyoruz ve bunu bir an önce doldurmak istiyoruz hem de sosyal hayatta yalnız olmadığımızı kanıtlamak istiyoruz. Öte yandan pek çok insan bir gün bitecek ve acı çekeceğim diye aşktan kaçıyor, ama yalnızlık makbul bir durum olarak görülmediği için aslında aşık olmadıkları kişilerle birlikte oluyorlar. Bence asıl mutsuzluk bu ve içinde aşka dair bir inançsızlık da barındırıyor.
Romanda “Acı kaskatı bir gerçek ve yaşlıların çığlığı gibi bize yaşadığımızı hatırlatıyor,” ve “Acı çekmek, hiçbir şey hissetmemekten daha iyi olmalı” diyorsunuz. Bu konuda neler söylersiniz?
İnsanın ‘hisseden varlık’ olduğu kanısındayım, hayvanlar da hissediyor ama yeryüzünde hisleri en gelişmiş canlı türü insan. Yaşadığımız zamanla da bu nedenle zorum var. Öyle çok acı görüyoruz ki, merhamet yorgunluğu içindeyiz. İnsanın dili zayıfladı, hisleri kabalaştı. Susan Sontag’ın deyimiyle ‘başkalarının acısına bakmak’tan kaçmak istiyoruz. Haneke’nin tanımıyla ‘duygusal buzlaşma çağı’ yaşıyoruz ve Gülten Akın’ın o ölümsüz dizesinde olduğu gibi: ‘Ah kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya’ halindeyiz. Oysa insanı eşrefi mahlukat yapan şey hissetme yeteneğidir, sadece başkalarının acısını değil kendi acısını da görebilmesi, anlayabilmesi.
“Şimdi geçmişe bakıyorum ve hepimiz çoktan kendimizden başkası olmuştuk zaten diye düşünüyorum, ben bunu sadece sistematik ve işe yarar bir hale getirdim.” Neden böyle oluyor? Süreci değiştirmek mümkün mü?
Belki mümkün olabilirdi, insanlık bu kadar duyarsızlaşmasaydı. Günümüzde herkes bir başkası hatta birçok başkası oldu artık. İnsan sanal alemde olmak istediği kendini hatta birkaç farklı kendini yaratmak şansını elde etti ve bundan şimdilik çok hoşnut. Yarattığı kendinin sahte oluşunu pek de umursuyor gibi görünmüyor, çünkü ‘like yarışı’ zamanı bu. Görün, like topla, var ol. Varolmanın en sahte biçimini yaşadığımız bu yüzyılı iyi sıfatlarla anmadığımın farkındayım. Ama gerçek bir gün başımıza fena çökecek diye korkuyorum.
“Acı hangi aralıklarla hatırlanıyor, hatırlamanın bir düzeni var mı, acının şiddeti ile unutma hızının birbirine oranı ne?” Bu soruları cevaplamak aslında belirttiğiniz gibi konuya kafa yoran bilimcilerin işi. Ancak bu romanınızda acıyı merkeze alan bir yazar olarak siz neler anlatırsınız?
Bu soruları daha düz sorarsak çok da bilimcilerin işi değil aslına bakarsanız. İlk aklıma gelen giderek daha çok insanın psikologların, psikiyatristlerin kapısını aşındırdığı. Neden bu ihtiyacı duyuyoruz? Çünkü kendimizle, ailemizle, ülkemizle, geçmişimizle, bugün yaşadıklarımızla zorumuz var ve sorduğunuz soruların cevaplarını aramak için gidiyoruz. Psikologlara bu acının ne zaman geçeceğini, nasıl unutabileceğimizi soruyoruz. Acıya dayanma gücümüz azalıyor, çünkü yeni dünya acılarımızdan kurtulmamız ve mutlu olmamız gerektiğini kafamıza kakıyor. Bu sorular edebiyata, sanata giderek daha çok konu oluyor. ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ filmini hatırlayalım, hafızalarındaki aşkı sildiren aşıkların hikâyesini ya da Murat Gülsoy’un ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’ adlı romanını. Bunlar çağımız insanının önemli soruları haline geldi.
Aşk Delidir ya da Yazı Tura
Ayfer Tunç
Can Yayınları
448 sayfa
35 TL