Referandumun ilk sonuçları: Kutuplaşma, ittifak ihtimalleri, kriz

Gazeteci Ali Bayramoğlu, 16 Nisan referandumunun ardından yaşanan sürece ilişkin değerlendirmede bulundu.

ALİ BAYRAMOĞLU

Şüphe yok ki “sandık” demokrasilerde en önemli, en ayrıcalıklı meşruiyet kaynağı. Her oylama, belirli bir konuda ve verili bir konjonktürde toplumun tercihlerini gösteren, siyasi alanı meşruiyet bakımından tazeleyen bir durumdur.

Seçimler ya da siyasi tercihler genel sosyolojik tabloyu ne kadar yansıtır?

Önemli ipuçları verdiği kuşku götürmez, ancak sadece bir oylamanın sonuçlarına bakarak sosyolojik tahlil yapmak sosyal bilimcilerin pek tavsiye etmedikleri iştir. Sandık her zaman tüm katmanları ve kıvrımları ölçmez. Gerideki ve biriken dalgaları görmediği de olur. Toplum yapı olarak heterojen, siyasi davranış ise verdiği sonuç itibariyle homojendir. Yani sandık başına giden, onlarca, belki yüzlerce farklı duyarlılıkla, kritik nüansla giden farklı seçmenlerin oyu, sandığa girince standartlaşır. Kendi içinde aynı ya da tam benzer kabul edilen birkaç parçaya ayrılır. Sandık bir bakıma homojenleştirir. Seçim sistemleri, rejim düzenleri, anayasal yapılar bu açıdan, özellikle çoğunlukçuluk ile çoğulculuk arasındaki dengeyi etkiledikleri, duyarlılıkları mümkün olduğu kadar yansıtabildikleri için de ayrı bir önem taşırlar.

Son örneği Fransa’da yaşandı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde 4 aday, birinci turda sırasıyla yüzde 24, 22, 20 ve 19,5 oy aldılar. İkinci turda iki aday yarışacak ve Fransız seçmeni, büyük ihtimalle seçilmesini istediği adayı, onun siyasi öneri ve programını değil, istemediği adayın (görünürde Marine Le Pen) kimliğini dikkate alarak, bu adayı engellemek için oy kullanacak. Bu durumda yüzde 20-25 civarında desteği olan, üstelik bir siyaseti değil, bir siyasi kimlik tercihini öne çıkaran aday Fransa’nın başına geçecek. Bu demokrasi paradoksu pek hafife alınacak bir durum değildir. Dememiz odur ki, sandık başı seçmen davranışı her zaman, en çıplak, en hakiki yansımayı ifade etmeyebilir.

16 Nisan referandum sonuçlarını da bu çerçevede ve bu sınırlar içinde değerlendirmekte fayda var.

16 Nisan’da ortaya çıkan sonuç, yüzde 51,4 “evet”, tüm milleti değil, zayıf bir çoğunluğunu temsil etmektedir. Sandık çoğunluğu elbette simgesel olarak milli iradeyi ifade eder, demokrasinin “onsuz olmaz” ve “gerekli koşulu’dur. Ancak hiçbir şekilde “yeterli koşulu” değildir. Yeterli koşul, yönetici elitin, azınlığın ya da azınlıkların hassasiyetlerini de dikkat alması, bunu tek yolu olan evrensel değerler pusulasından sapmamasıdır.

Bunları bir kenara özellikle not ederek, referandum sonuçlarının yol açtığı ve açma ihtimali olan siyasi sonuçlar şöyle görünüyor:

1. Referandumun en açık ve kalıcı sonucu anayasa değişikliğidir

Tercih ve meşruiyeti şu çıplak gerçeği değiştirmiyor. Yapılan anayasa düzenlemesi, evrensel değerler, temel haklar ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri açısından Türk siyasal sisteminde demokratik bir daralmaya işaret etmektedir. Yeni anayasa hükümleri popülist ve plebisiter demokrasi özellikleri taşıyan bu değişiklik, gücün denetimsiz ve dengesiz bir biçimde güç yoğunlaşması esası üzerine oturuyor. Bunlara Türk siyasal ve toplumsal sisteminin (partizanlık, ataerkil siyasi kültür) kurucu unsurları eklenirse, aynı zamanda iktidar partisinin lideri olacak cumhurbaşkanın yasama ve yürütme gücünü tehlikeli biçimde tek elde toplayacağı dikkate alınırsa, “demokratik tehlike seviyesi” de ortaya çıkar. Yeni düzen kuralları 2019’da uygulanmaya başlanacak. Ancak bunlar arasında hemen devreye istisnalar, 2019’a kadar sürecek fiili, hatta kaotik bir durum riskine işaret ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ilan ettiği ve anayasal düzenlemenin izin verdiği üzere AK Parti’nin başına geçecek olması, kaotik bir kurumlaşmanın en az 2019’a kadar sürecek bir evresidir. Yetki ve sorumlulukları bakımından eski kurallara tabi olacak cumhurbaşkanının, iktidar grubunun yasama reisi haline gelmesinin sonuçlarını Türkiye deneyleyerek görecektir.

2. Referandum sonuçları toplumsal-siyasal tansiyonu yükseltmiştir

Genel oyun bir toplumdaki biriken enerjiyi boşaltması beklenir. Ne var ki 16 Nisan referandumu böyle bir işlev görmemiş, tersine gerilimi artırmış, ortasından ikiye bölünmüş bir toplum tablosuna yol açmıştır. Bu tür sonuçların siyasi istikrar için risk içerdiğine şüphe yoktur. Rasyonel olan siyasi iktidarın bu durumu görülmesi ve risk giderici hamlelerle karşılanmasıdır. Ne var ki, siyasi tabiatı ve siyasi koşullar dikkate alındığında Erdoğan’ın başka bir zorlama olmadan, sadece düşük orandaki “evet” oylarını dikkate alarak ipleri gevşetmesini beklemek gerçekçi değildir. Gülen krizi ve darbe tehdidi bu açıdan, onu daha da katılaşmaya iten ciddi siyasi bir veri olarak dikkate almak gerekir. Referandum sonuçlarının belli olmasından sonra Erdoğan’ın kutuplaştırıcı dilini sürdürmesi, AGİT’in referandumun meşruiyeti hakkında yaptığı olumsuz açıklama daha şimdiden böyle bir kapının açılması imkanlarını iyi azaltmıştı. Bunlara referandum sonrası gelişmeleri de eklemek gerekir, 18 Nisan’da Cumhuriyet Gazetesi’nin hukuki açıdan tartışmalı iddianamesinin kabulü, 1.000 yeni tutuklu yanında, 9000 polisin açığa alınması, en önemlisi AKPM’nin Türkiye 13 yılı sonra tekrar denetim sürecine almasıyla AB üyelik sürecinin ağır seviyede sakatlanması bunlar arasındadır. Böyle bir istikamet, doğal olarak, demokrasi, özgürlükler ve siyaset alanını daraltmaya devam edecek, Türkiye’nin iyice Batı’dan kopmasını ve içe kapanmasını besleyecektir. Demokratik düzene ve AK Parti’ye ilişkin ciddi türbülans devam edecektir.

3. 16 Nisan yeni siyasi ittifak pistleri üretmiştir

İki ayrı Türkiye beklentisini tarif eden referandum sonuçların iki ayrı siyasi blok oluşturduğu da varsayılabilir.

Daha organize olan parça AK Parti-MHP’den oluşan iktidar bloğudur. Bu blok, idam cezasıyla ilgili yeni bir referandum ihtimaliyle, 2019 başkanlık seçimleri hesaplarıyla birbirlerine olan karşılıklı ihtiyaçlarıyla (AK Parti’nin MHP seçmenine olan gereksinimi, MHP yönetiminin kendi seçmenini toparlamak ve partisini kontrol etmek için iktidar koridorlarında kalma gereksinimi) şimdiden pekişmiştir. Bu gelişme, kökleştiği takdirde, Türkiye’nin yönetilmesinde “siyaset karşıtı” eğilimin derinleşmesi açısından da bir etki taşıyacaktır.

İkinci parça, örgütsüz ve dağınık olan itiraz ya da muhalefet bloğudur. Evet oylarının eşitsiz kampanya koşullarına rağmen yüzde 51’de kalması, “umutsuz ve depresif” muhalif kesimleri kısmen canlandırmıştır. Bunun bir siyasi karşılığı da bulunmaktadır. Nitekim 17 büyükşehirde, hayır oylarının önde çıkması, zamanın ruhu açısından kritik bir anlam taşır. AK Parti-MHP’nin Kasım 2015’de aldıkları toplam yüzde 61,5 oya nispetle yüzde 10’luk bir kayıp yaşadıkları da başka bir gerçek. Bu gerçeğin, AK Parti’nin izlediği siyasete kısmi memnuniyetsizliği ifade ettiğini açıktır. Nitekim pek çok yorumcu referandum sonuçlarını, bunları dikkate alarak, “inişin başlangıcı”, “milat”, “Pirus zaferi” gibi ifadelerle tanımlamıştır.

Bu açıdan soru şudur: Memnuniyetsiz kesim ve yerleşik muhalefet (Kürt, sol, sosyal demokratik, liberal) siyasi anlamda organize olabilirler mi? Siyasi ittifakla 2019 başkanlık seçimlerinde, en azından Erdoğan’ın karşısında bir alternatif oluşturabilirler mi?

Siyaset elbet umut, çaba ve mücadele işidir. Ancak bu konuda ciddi sınırlar olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Bir kere, sonuçlar, yüzde 51,5’luk düşük evet oranına rağmen AKP’nin seçmen volümünü koruduğunu gösteriyor. Sonuç olarak AKP’nin toplam oydaki payı ise yüzde 43,5 görünmektedir. Kaba taslak bir hesap yapıldığında, referandum yerine genel seçim söz konusu olsa Erdoğan’ın partisinin alacağı oy yaklaşık olarak bu olacaktı ve en yakın rakibi CHP’yi yine yaklaşık olarak ikiye katlayacaktı. Bu tabloya göre, AK Parti Kasım seçimlerine göre üç puan kaybetmiş, Haziran seçimlerine göre yaklaşık 3 puan kazanmıştır. AK Parti’nin yaşadığı iniş ve türbülans iklimi içinde bu bir denge noktasıdır ve eğer mümkün olsa iktidar değişimin sürecinin ne denli uzun ve zorlu olacağını göstermektedir.

Ayrıca, MHP’li muhalifler, muhalif muhafazakârlar, Kürtler ve sol kesim arasında uzlaşma hem fiilen siyasi kültürümüz açısından oldukça zor görünmektedir. Diğer taraftan antagonist siyasi eğilimlerin varlığı dikkate alındığında, bu eğilimlerin herhangi bir anayasa değişikliğine türlü saiklerle “hayır” demesi ile ortak bir başkan adayı üzerinde anlaşarak aynı istikamette oy kullanması arasında önemli bir fark vardır.

AK Parti’nin 2013’ten itibaren inişe geçtiğine, kan kaybettiğine şüphe yok. Erdoğan’ın gerek içinden geldiği siyasi harekette gerek Türk siyasetinde iktidarı kişisel tekeline alması, girdiği karşı karşıya kaldığı iktidar savaşları, benimsediği kimlikçi bir siyaset, yolsuzluk dosyaları bu örselenmenin ana nedenleri arasında yer alıyor. Ancak örselenmenin ve düşüşün ani, keskin, bir hamlede olmadığı ve olmayacağı da açıktır. Nitekim AK Parti bu örselenmenin sonucu olarak Haziran 2015 seçimlerinde, bir önceki seçimlere oranla 9 puan kayıpla yüzde 40 oy alarak, tek başına iktidar olma imkanını kaybetmişti. 5 ay sonra yapılan seçimlerde AKP, 49,5 oy yüzdesiyle büyük bir geri dönüş yaşamıştı. AK Parti’nin sosyolojik dokusu ile Erdoğan’ın şahsileştirdiği iktidar tablosu arasındaki gerginlik ve çelişkilerin zamana yayılan bir etki yaptığını unutmamak gerekir.

Referandum sonrası ilk tablo budur.

Çelişkilerin ve krizlerin devamını vadetmektedir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.

İlgili Haberler

Gençlerde ayrışma alarm seviyesinde

Görüşler Haberleri