PROF. DR. ZEKERİYA KURŞUN
Körfez’de yaşanan Katar krizi dördüncü haftasında ama hala krizin nereye doğru evirileceği meçhul görünüyor. Görünen sadece Katar’a uygulanan ve esasında başta Türkiye’nin ve bazı başka ülkelerin desteği ile şimdilik başarılı olamamış olan bir abluka. Krizin başlamasının ardından soruna ek olarak etki eden gelişmeler de olmadı değil.
Türkiye hızlı bir şekilde 2015’te yapılan askeri üs anlaşmasına istinaden Katar’da asker bulundurmayı öngören kanunu meclisten çıkardı. Trump doğrudan Katar’ı hedef tahtasına koymuş iken, ABD Senatosu eski politikalarının bir devamı olarak onaylanan ve Katar’a 12 milyar dolarlık askeri uçak satışını öngören planı devreye soktu. İran topraklarında 2010’dan beri yaşanmamış iki terör olayı meydana geldi, üstelik İran için sembolik değer taşıyan Meclis ve Humeyni’nin mezarında ki bunların cevabı da gecikmedi. İran uzun menzilli füzesi ile Suriye’deki IŞİD menzillerini vurdu. Bu arada da ABD bir Suriye savaş uçağını vururken Rusya da boş durmayıp sahaya düzen verdi. Bütün bu gelişmelere mührü ise Suudi Arabistan’da ikinci veliaht konumunda olan Muhammed b. Selman’ın bir gece yarısı kararnamesi ile birinci veliaht, yani kral naibi yapılması vurdu.
Tüm bu gelişmeleri Katar krizi çerçevesinde okumakta yarar var. Zira 20 gün boyunca ablukayı başlatan ülkeler ve muhtemelen Trump’ın danışmanları, Katar’dan ne isteyecekleri konusunda anlaşmaya varamadılar. Katar ise başta diyaloga açık iken sonrasında abluka kalkmadan diyaloğu sürdürmeyeceğinin sinyalleri verdi. Daha sonra ortaya, Al Jazeera’nin önce haberini verip sonra yayımladığı ablukacı devletlerin 13 maddelik talebi ortaya çıktı. Nerede ise bu maddelerin tamamı daha önce medyada yer alan ve devletler arası ilişkilerde karşılıklı egemenlik hukukuna saygı ilkesi ile bağdaşmayan maddelerden oluşmaktadır. Önümüzdeki günlerde bunların daha fazla tartışılacağı bir gerçektir. Bu durumda resmiyet kazanmamış ve çoğu medya üzerinden ve bu liste ortaya çıkmadan önce de Katar’a yapılan ve 13 maddeye esas teşkil eden suçlamaları bir kere daha irdelemekte fayda vardır.
2013’te tahtını oğluna bırakan Şeyh Hamed’in Kaddafi ile sızan görüşmelerinde Kaddafi ile birlikte Kral Abdullah’ı öldürmek maksadıyla komplo hazırlamak iddiası.
Medyaya sızan ve bu iddialara temel teşkil eden bu konuşma çok konuşulmuştu. Gerçekten de diplomatik nezaketten uzak olmakla birlikte bu konuşma esasında Kaddafi’nin açıkça ve özellikle Sharm el Sheikh’teki Arap Birliği toplantısında da bütün liderlerin yüzüne söylediği yaklaşımlarından başka bir şey de içermiyordu. Kaddafi muhatap olduğu herkesi ajite edebilen bir kişiliğe sahipti ve özellikle Körfez yönetimleri konusundaki fikirlerini hiç saklamıyordu. Sorun Şeyh Hamed’in açıklamaları ise burada bir plandan ziyade Kaddafi’nin ajite ettiği bir temenni yatıyordu. Daha çok ahlaki bir değerlendirmeyi gerektiren bu tür söylemlerin bir dava konusu yapılma ihtimal nedir?
Katar Emiri’nin müsteşarının Bahreynli Hasan Ali Muhammed Cuma ile yaptığı bir telefon görüşmesine istinaden Bahreyn’deki muhaliflere destek verdiği iddiası.
Yine bir telefon konuşmasından yapılan alıntılarda Katar’ın Bahreyn’deki el Vifak hareketini yönetime karşı kışkırttığı iddia edilmektedir. Katar tarafı bu telefon görüşmesini kabul etmekte, iddiaları ise reddetmektedir. Onlara göre bu telefon görüşmesi muhalefeti teşvik değil bilakis o sıralarda yaşanan olayları teskin etme amaçlıdır. Burada hatırlanması gereken nokta Suudi Arabistan ve özellikle Bahreyn’in en yumuşak karnının barındırdıkları Şii nüfus olduğudur. Bahreyn’de bu nüfus çoğunluğa sahiptir ki yönetimin baş muhalifi olarak görülmektedirler. Katar’ın bunu bilmemesi tabi ki mümkün değildir. Üstelik yıllardır Bahreyn ile Katar arasında zaman zaman sıcak çatışmaya yaklaşan soğuk bir savaşın yaşandığı bir gerçektir. Böyle bir ortamda Katar’ın Şii muhalefeti kışkırtmaktan ne fayda sağlayacağı tartışma konusudur. Üstelik tamamı Sünni olan Katar’ın yanı başında Şiilerin siyaseten güçlenmesi Katar’ın da aleyhine değil midir? Arap Baharı süresince Katar’ın diplomatik gücünü aşacak işlere kalkıştığı varsayılarak Bahreyn’deki muhalefet hareketini de böyle değerlendirdiği düşünülebilir. Ancak Katar’ın bu siyaseti elbette tartışılabilir ve siyaseten eleştirilebilir fakat hemen her aktörün Arap Baharı süresince bir şekilde giriştiği benzer eylemler dikkate alınırsa bunun hukuki bir suçlamaya nasıl dönüştürülebileceği açık değildir.
Katar’ın Yemen Savaşı’nda ikili oynayarak bir tarafta koalisyon ile birlikte olurken diğer taraftan da Husilere destek verdiği iddiası.
Bu iddia da tartışmaya açıktır. Yemen Savaşı başlatıldığında Katar resmen bu koalisyonun içinde yer almıştır. Açıkça buna muhalefet ettiğine dair bir belge sunulmamış, süreç içinde de bir eleştiri getirilmemiştir. Ancak burada detaylandırılması mümkün olmayan bir gerçek daha vardır. Koalisyonda yer alan bütün taraflar bir insanlık suçu işlediklerini biliyorlardı. Belki de bundan dolayı Yemen’de koalisyonun grubunun kimi üyeleri ayrı ayrı siyaset takip etmişlerdi. Husileri kimler desteklemedi? Veya diğer gruplar üzerinden kim siyaset yapmadı? Aslında Yemen Savaşı başlı başına bir insanlık suçudur ve bunun sorumlusu bu savaşı başlatan koalisyonun tamamıdır. Bu yüzden buradan sadece Katar’ı hedef alan bir söylemin çıkarılması hem ahlaki ve hem de hukukî değildir.
Katar’ın Mısır’da İhvan’ı desteklediği argümanı.
Arap Baharı süreci Mısır’da ilk anda zannedildiği gibi devam etse ve bir başka karşı devrim olmasaydı bugün böyle bir iddianın anlamı olmayacaktı. Aslında bu suçlamanın altında yaşanan gerçek İhvan’ın desteklenmesinden ziyade diğer Arap monarşilerini zor durumda bırakan Arap Baharı’nda Katar’ın takip ettiği genel siyasettir. Oysa Mısır’daki seçimlere kadar bütün siyasi yorumcular gelişmelere olumlu bakıyor ve Katar merkezli Al Jazeera’nin haberleri üzerinden yorum yapıyorlardı. Al Jazeera’nin yayınları halkı tahrik olarak değerlendirilecek ise aynı süreçte benzer yayınlar yapan CNN, BBC gibi dünyadaki diğer medya kuruluşlarının da suçlanması gerekmez mi? Tabii bu suçlamanın devamında Mısır’da İhvan’ın radikal uzantısı olan Hasm ve El Ceyş el Mısri el Hurr gibi örgütlerin kuruluşunda verilen destek iddiaları da bulunmaktadır. Bunların da delillendirilmesi gerekmektedir.
Katar’ın Libya’nın iç işlerine karışması ve Libya İhvanı’na destek verdiği argümanı.
Arap Baharı’nın en olumsuz sonucu Libya’da tecrübe edildi. Kaddafi devrildi ve yargılanmadan linç edildi. Sahada pek çok grup vardı ve muhtemelen en organize olan grup olmasına rağmen İhvan, Libya’da başarısız oldu. Seçimlerde alınan sonuçlar ile saha ilişkisi kurulamadı. Kaos ortamında İhvan’ın uzantıları olmayan birçok silahlı gurup sahneye çıktı. İşte bu süreçte Katar’ın Fecr Libya, Bingazi Devrimleri’nin Şura Meclisi gibi milis güçlerinin ortaya çıkmasını sağladığı iddia edilmekte ve suçlanmaktadır. Ayrıca El Kaide ile irtibatı olan Ensar el Şeria’yı kurdurmuş olabileceği de ileri sürülmektedir. Katar, Arap Baharı’nın yaşandığı diğer ülkelerde olduğu gibi Libya’da da açıkça varlık göstermiştir. Ancak Libya’da Katar yalnız değildi. Hemen hemen çıkarı olan her ülke orada bir vekil bulmuştu. Bu bağlamda Katar’a yapılan suçlamaların destekçisi olan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de Libya’da en aktif olan devlet olmuştur. Dolaysıyla –suç işlemiş milis güçlerinin desteklenmesi iddiası- ispatlanmadıkça birçok gücün çekişme alanı olan Libya üzerinden sadece Katar’ın suçlanması bir tutarsızlık olarak tarihe geçecektir. BAE ve Katar dahil bütün tarafların Libya’nın geleceğini şekillendirmeye niyetlendikleri ortadadır. Bu durumda bu töhmet ABD, AB dahil olmak üzere bölge ülkelerinin tamamına yöneltilmelidir. Tabi ki Libya konusundaki suçlama bununla sınırlı değil. Medyaya yansıyan iddialara göre; “Katar, Libya’da düzen kurulmaması için her türlü gayreti göstermiş, ayrıca Libya eski Genelkurmay başkanı Abdulfettah Yunus’u öldürenleri de desteklemiştir”. Libya’da şu anda meşruiyet iddia eden üç ayrı hükümet ve yüzlerce silahlı grup bulunmaktadır. Libya’da kim kimin yanında veya kim kimi destekler ise diğerine göre düzen bozucu olacağına göre aynı suçlamaların Mısır ve BAE için de yapılması mümkün görülmektedir.
Katar’ın İran ile bölgesel dengeler aleyhinde ilişkiler kurduğu iddiası.
İki bağımsız devletin ilişkilerinden nasıl bir suç çıkar bilinmez ama bu konuda iddianın temel dayanağı Irak’ta tutulan bazı Katarlı rehinelerin kurtarılması için İran destekli Haşdi Şabi’ye dolaylı yoldan fidye ödenmesidir. Tabii aynı suçlama paralelindeki bir diğer iddia da Irak’ta IŞİD’in de finansal olarak desteklendiği argümanıdır. Tabii bu iddianın devamı olarak Lübnan ordusu karşısında İsrail’e mukavemet adı altında Suriye’de masumların ölümünden sorumlu olan Hizbullah’ın da desteklendiği yer almaktadır. Bu karmaşık ve kimi zaman birbirleri ile çelişen ithamlar aynı zamanda Arap aleminde hafızaların ne kadar kolay silindiğini de göstermektedir. Aslında İsrail’e her mukavemet, -Hizbullah destekli bile olsa- Körfez ülkeleri ve hatta Mısır tarafından övülürdü. Sözü edilen destek 2006 yılında Lübnan’a saldırı düzenleyen İsrail’e karşı savaşa başlayan Hizbullah’ın ortaya koyduğu şaşırtıcı performanstır. O tarihteki medyaya bakılırsa İran destekli ve Şii Hizbullah’ın bu özelliği göz ardı edilerek sadece İsrail’e karşı koyması bir başarı hikayesi olarak sunuluyordu. Bunu o sırada Suud destekli medya yaptığı gibi Katar destekli Al Jazeera de yapmıştır.
Arap Baharı süresince özellikle Tunus’ta yaşananların Al Jazeera tarafından abartılarak yayınlanması ve domino etkisinin tetiklenmesi argümanı.
Tunus’ta yaşananlar ve özellikle Müslüman Kardeşlerin iktidara yürümesinde Katar’ın açıkça desteğinin alındığı bir gerçektir. Daha o günlerde Müslüman Kardeşlerin Tunus’taki muhalifleri, Şeyh Hamed’e hitaben “bizi nereye sürüklüyorsun” sloganı geliştirerek tepkilerini de açıkça ortaya koymuşlardı. Ancak Tunus’taki Arap Baharı süreci bütün kışkırtmalara rağmen -Tunuslu siyasetçi ve sendikacı Şükri Belid’in öldürülmesi dışında- oldukça olgun bir sınav vermiştir. Özellikle komşu Libya’da yaşananların Tunus’a sıçramaması konusunda Müslüman Kardeşler ve muhalefet ciddi bir gayret göstererek aralarında diyaloğu sürdürebilmişlerdir. Tunus’ta halkın talep ettiği değişime açık destek veren Katar’ın bu argüman ile bugün itham edilmesi, dünyada başkaları için demokrasi talep etmiş olan bütün yapıları da suçlu duruma getirmez mi?
Katar’ın illegal örgütlere ve teröre 65 milyar dolarlık finansal destek sağladığı iddiası.
Katar’a yapılan en büyük suçlama bu süreçte illegal örgütlere ve teröre 65 milyar dolarlık bir destek sağlamış olması iddiasıdır. Bahsedilen rakamın kendisi bile bunun ne denli ağır ama aynı zamanda imkansız bir itham olduğunu göstermektedir. 11 Eylül olaylarından sonra, özellikle Körfez’den gelen veya Körfez bağlantılı bütün para hareketlerinin -1 dolar bile olsa- gözetim altına alındığı bir gerçektir. Bu kadar büyük bir meblağın uluslararası bankacılık sisteminin haberi dışında terör örgütlerine ulaştırılmasının nasıl izah edileceği merak konusudur.
Tüm bu iddialar esas alınarak, yaklaşık dört haftadır ablukayı sürdüren ülkeler ve ABD’nin Katar’a bir istek listesi hazırlamışlardır. Bu talepler listesi 22 Haziran itibarı ile Kuveyt aracılığıyla Katar’a bildirilmiştir. Fakat ablukayı sürdürenlerin yaptıkları açıklamalar da bu talepler konusunda bir fikir birliğine varmadıklarının bir işaretidir. Üstelik ABD’den de taleplerin yapılabilir rasyonel talepler olması gerektiğine dair bir beyanın gelmesi liste hazırlık masasındaki ihtilafları göstermektedir. Zaten yukarıda sıraladığımız tablodan da somut bir istek listesinin çıkarılması oldukça zor olduğu görülmektedir. Ancak on günlük süre verilerek sıralanan talepler devletlerarası ilişkiler hukuku bakımından sorunludur. Doğrudan Katar’ın egemenliğini hedef alan ve Katar üzerinde vesayet kurmayı amaçlayan bu tür iddiaların arkasında ancak çok büyük riskler göze alınarak durulabilecektir. Bu durumda bu suçlamaları içeren “teröre destek verme” kabilinden ve uyarı nevinden genel bir isteğin ise kopartılan gürültüye eşdeğer olmadığı anlaşılmaktadır. Peki öyleyse bunca gürültü neden kopartıldı? Bu kriz üzerinden hangi farklı amaçlara ulaşılmak isteniyor ve Trump ile birlikte bölgede nasıl bir düzen kurulmak isteniyor soruları cevap beklemektedir. Ayrıca İran’a karşı oluşturulmak istenen blok, ABD’nin yeni Orta Doğu politikaları, büyük bir merasimle açılan radikalizm ile mücadele merkezi gibi hedefler bütün bu tartışmaların neresindedir sorusu esas ilgiyi çekmesi gereken konular arasında yer almalıdır.
Bu soruların cevaplarını da ilerde elbette tartışacağız. Fakat resmi olmasa da listede yer alan Türkiye-Katar askeri işbirliğinin derhal ilga edilmesi ve özellikle Al Jazeera ve benzeri yayın organlarının kapatılması talebi iki hususu ortaya koymaktadır. Birincisi tıpkı -birçoklarının düşündüğünün aksine- 2003’te Irak meselesinde ve 2012’den itibaren Suriye meselesinde olduğu gibi ABD, Türkiye’nin bölgede aktif olmasını istememektedir. Ancak vazgeçemediği “stratejik müttefik”ine de bunu doğrudan söylemek yerine psikolojik etkisi daha yüksek olacak bir şekilde dostlarına söyletmektedir. İkinci husus ise bölge yönetimleri özgür ifade ve yayıncılığın kendi sonlarını getireceği endişesine kapılmışlardır ve mevcut sistemlerini/monarşilerini yürütmek için medyanın sesini kısmak istemektedirler.