Tehaddi, peygamberlik dava eden kimselerin ortaya koydukları mucizelerinin bir benzerinin gösterilemeyeceğine dair bir meydan okumadır. Harikulade bir olayın mucize olarak kabul görmesinin şartlarından birisi belki de en önemlisi “tehaddî”nin vuku bulmasıdır. Yani mucize gösteren zatın başkasına meydan okuyarak, onları kendisinin ortaya koyduğu mucizenin bir benzerini meydana getirmeye davet etmesidir (es-Sabuni, et-Tibyan, 93-98).
İslami literatürde, Kur’an’daki tehaddî merhaleleri farklı sayılarda zikredilmiştir. Ancak bunların dokuz mertebede cereyan ettiğini bildiren âlimlerin bu görüşü daha isabetli görünmektedir. Buna göre Kur’an, zordan kolaya doğru dokuz defa, karşısına dikilen inkârcıları kendisinin bir benzerini yapmaya davet etmiş ve gittikçe muarızlarının işini artan bir tempo ile daha da kolaylaştırarak meydan okumasını tekrarlamıştır. Bu meydan okumalar maddeler halinde şöyle verilebilir:
Yüksek nazmıyla, gaybî haberleriyle ve ihtiva ettiği çeşitli ilim ve hakikatleriyle beraber, Kur’an’ın tam bir benzerini Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen ümmî bir şahıstan getiriniz (İsra, 17/88).
Eğer bu şekilde Kur’an’ın bir benzerini getiremiyorsanız, uydurma olsun, sadece edebî yönden onun bir benzerini getirin (bkz. Hud: 13; İsra: 88).
Eğer buna da güç yetiremiyorsanız, sadece Kur’an’ın on sûresi kadar olsun bir benzerini getirin (Hud, 11/13-14).
Şayet bu da mümkün değilse, bir tek uzun sûrenin bir benzerini yapın (Bakara, 2/23).
Eğer bu da gücünüzün üstünde ise sadece kısa bir sûrenin bir benzerini getirin (Bakara, 2/23).
Eğer okuma-yazma bilmeyen ümmî bir şahıstan bunu getirmeniz imkânsız ise okur-yazar olan bilgili bir şahıstan olsun getirin (Bakara, 2/23).
Şayet bunda da başarılı olamadıysanız, birbirinize yardım etmek suretiyle hep birlikte getirmeye çalışın (Bakara, 2/23).
Buna da imkân bulamadığınız takdirde, tüm insan ve cinlerden yardım isteyin. Geçmiş ve gelecek bütün fikirlerden istifade edin. Mevcut bütün kitapların bilgilerinden yararlanın (Bakara:23; İsra:88).
“Bizim şahitlerimiz yoktur. Eğer muarazaya girişirsek, bizi destekleyecek kimsemiz yoktur” diyorsanız, haydi şahitlerinize de müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, onlar da size yardım etsinler(Bakara:23). Bununla beraber böyle bir şey yapmanız mümkün değilse Kur’an’a teslim olun kurtulun (bkz. İŞaratu’l-İ’caz, 131-132).
Bununla beraber, Kur’an’ın genel anlamda “Belağat-fesahat erbabı”, “Şiir ve hitabet sahipleri”, “kâhinler ve gaipten haber verenler” ve “geçmişteki bazı olaylar ve kâinatla ilgili bir takım hadiseler konusunda bilgi sahibi kimseler” durumundaki dört gurup insana meydan okumuştur. Bu meydan okuyuşa karşı, kimsenin çıkmaması ile Kur’an’ın mucizeliği ispat edilmiştir (bkz. Mektubat, 181-185).
Kur’an-ı hakîm yalnız yirmi üç senede değil, yaklaşık bin beş yüz seneden beri bütün insanlara ve cinlere karşı meydan okumuş ve bu kıyamete kadar devam edecektir. Kur’an’ın indiği dönemde bu meydan okumaya karşı, kısa bir sureyi getirmek gibi kolay bir yolla Kur’an’a muaraza etmek mümkün olsaydı, bunu bırakıp en zor olan savaş yolunun tercih ederler miydi? Arap dili edebiyatının en meşhur meydan süvarileri, en ünlü şair ve hatipleri kısa bir sureyi getirmek yerine can, mal ve çoluk çocuklarını tehlikeye atıp en dehşetli yol olan savaşmayı tercih etmeleri onların acizliklerinin en açık delilidir. Meşhur ediplerden dil uzmanı Câhız’ın dediği gibi, Arap edebiyatının ünlü ve efsane hatipleri tarafından “muaraza-i bil-hurûf(harflerle/ yazacakları bir eserle muaraza etmek) mümkün olmadığı içindir ki, muharebe-i bissüyûfa (kılıçla savaşmaya) mecbur oldular” (bkz. Sözler, 368-369).
Böylece inkârcıların en kısa bir sureye bile bir benzer getiremeyecekleri tescil edilmiş ve onların Kur’an karşısında ne kadar âciz ve hakir bir vaziyete düştükleri açıkça ortaya konmuştur” (Zerkânî, Menahil, II/356-357).
KUR’AN, KAİNATLA İ’CAZ ORTAK PAYDASINA SAHİPTİR
“De ki: Bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için bütün insanlar ve cinler toplanıp da birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler” (İsra, 17/88) mealindeki ayette, Kur’an’ın taklit edilemez bir mucize olduğuna dikkat çekildiği gibi, “İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Peki, gösterin bakalım O’ndan başkası ne yaratmış! Doğrusu, o zalimler besbelli bir sapıklık içindedirler” (Lokman, 31/11) mealindeki ayette de evrenin baştanbaşa eşsiz bir sanat tablosu olduğu, taklit edilemez bir mucize olduğuna işaret edilmektedir.
Şu bir hakikattir ki, Kur’an’ın i’caz durumu, kâinatın i’caz durumu gibidir. Mücessem bir Kur’an olan kâinatın en ufak bir parçasının bir benzerini icat edip ortaya koymak mümkün olmadığı gibi, Kur’an-ı Kerim’in en ufak bir parçası olan en kısa bir suresinin bir benzerinin ortaya konulması da mümkün değildir. Değişik elementleri ihtiva eden toprağı insan ele aldığı zaman, ondan kerpiç, çömlek, sütun ve benzeri şeyler meydana getirir. Hâlbuki Allah aynı topraktan hayat halk ediyor, nabzı atan ve kalbi çalışan insan ve canlılar yaratıyor. Kur’an’ın durumu da bundan farklı değildir. Aynı kelime ve harfleri insan kullandığı zaman normal bir söz olur, bir kafiye olur, bir nesir, bir nazım olur. Ancak Allah, aynı kelime ve harflerden eşsiz, mucizeli Kur’an ortaya koyuyor. İşte Kur’an bu gerçeği gözler önüne sermek için bazen Kur’an’ın bir benzerini, bazen on suresinin benzerini, bazen de bir tek suresinin bir benzerinin getirilmesini isteyerek muarızlarına karşı meydan okumuştur (krş. Fî Zilâli’l-Kur’an, I/38).