Bugünkü yazımızda istifadeye medar olacağını düşündüğümüz manevi hastalıklarımızın teşhis ve tedavi metodunu birkaç madde halinde arz etmeye çalışacağız. Bu hastalıklar tarihi ve müzminleşmiş hastalıklardır. İslam’ın son kalesi Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının sebebi de, batılı dostlarımız(!) tarafından verilen ‘Hasta Adam’ unvanının arka planında da bu tür sosyal hastalıklar yatmaktadır. Bunların önemli bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
a) Cehalet, İhtilaf, Yoksulluk
Evet, İslam âleminin en büyük düşmanı cahillik, ayrılık ve fakirliktir.
Dünya hayatında barış, huzur ve mutluluğumuza kasteden ortak düşmanımız olan cehalet, ihtilaf ve yoksulluğa karşı hep birlikte mücadele etmek zorundayız. Zira bindiğimiz gemi bir tanedir ve aynıdır. Bu gemi batarsa hepimiz batarız. İslam dünyasının ve özellikle ülkemizin dünyada onurlu bir yere sahip olması, uluslararası camiada sözüne itibar edilen, uygar ülkeler nezdinde saygın bir yeri ve güvenirliği olan bir seviyeye ulaşması için ihtilaflı noktaları bir kenara atıp ittifaklı noktalarda uzlaşmak gerekir. Uzlaşmak gerekir; çünkü en büyük düşmanımız olan tefrikayı, cehaleti ve yoksulluğu yenmek ancak bununla mümkündür. Zira bu düşmanlara karşı zafer kazanmak için ittifak, sanat ve marifet/bilgi silahına sahip olmak elzemdir. Bütün enerjimizi bu üç silahın üretimine sarf etmemiz gerekir. Dini, dili, mezhebi, milliyeti ne olursa olsun, binmekte olduğumuz bu hayat gemisinin, rotasından çıkıp alabora olmaması için, ne pahasına olursa olsun mutlaka ilim, irfan, sanat, ittifak silahıyla bizi esaret altına alan bu üç ortak düşmanımızı bindiğimiz geminin dışına atmak zorundayız.
b) Yanlış Adalet Anlayışı
İslam âleminin ve bizim en önemli hastalıklarımızdan biri de yanlış adalet anlayışıdır.
Doğru adalet anlayışı, “Hiç kimse başkasının suçundan dolayı sorumlu tutulamaz” prensibine bağlıdır. İslam hukukunda yaklaşık bin 500 yıldan beri var olan bu prensip, nihayet modern hukuk sistemlerinde de yerini almıştır. Artık çağdaş ceza hukukunda da en önemli ilkelerden biri suç ve cezanın şahsiliği ilkesidir. Bu kural gereğince, kişi ancak kendisinin işlediği fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilir, başkasının işlediği fillere iştirak etmedikçe sorumlu tutulamaz. Bir suçlunun yakınlarını -ailesi de olsa- cezalandırmak büyük bir suçtur, onarılmaz bir zulümdür. Peygamberimiz veda hutbesinde bu konuyu şöyle ifade etmiştir: “Ey İnsanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlattan dolayı baba sorumlu tutula maz, suçlu babadan dolayı evlat da sorum lu tutulamaz”(Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an,10)
“De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka bir rab mı arayacağım? Herkesin kazandığı, yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda hepiniz dönüp Rabbinizin huzuruna varacaksınız. O da içinde bulunduğunuz ihtilafın içyüzünü, işin gerçeğini size bildirecektir”(Enam:164) mealindeki ayet ve benzeri ayetlerde, zihinlere iyice yerleşsin diye bu prensip defalarca tekrar edilmiştir.
“Ey iman edenler(…) Sizi Mescid-i Haram’ın ziyaretinden alıkoydukları için bir topluluğa duyduğunuz kin, nefret sizi adaletsizliğe sevk etmesin. İyilik ve takvada yardımlaşın; günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası pek çetindir.”(Maide, 5/2) mealindeki ayette de bu gerçeğin altı çizilmiştir.
c) Yanlışlıkla Affetmek, Yanlışlıkla Ceza Vermekten Daha İyidir:
İslam ceza hukukunda şu iki prensip her konuda geçerlidir:
Birincisi: Suçun sübutunda var olan şüphe sanığın lehine yorumlanır.
İkincisi: Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten daha iyidir.
Bu iki prensibin kaynağı şu hadis-i şeriftir: “Hadleri/cezaları imkân bulduğunuz nispette şüphelerle kaldırın; bir çıkış yolunu bulduğunuzda sanığın lehine karar verin. Çünkü “İmamın/hâkimin-yetkili kimsenin hata ile bir suçluyu affetmesi, yanlışlıkla bir masuma ceza vermesinden daha iyidir”(Tirmizi, Hudud,2).
Medeni kanunda bu prensip: “Suçun sübutuyla ilgili her şüphe sanığın lehine yorumlanır” şeklinde ifade edilmiştir.
d) Başkasını hesaba çekerken, bizim de hesaba çekileceğimizi unutmayalım:
Hz. Ömer’in “Hesaba çekilmezden evvel, kendinizi hesaba çekin”(Gazali, İhya, 4/396) manasındaki meşhur tavsiyesini zihnimizden çıkarmayalım.
Hz. Ömer’in bu altın değerdeki sözünden hareketle, bu uyarıyı konumuzla ilgili olarak şöyle de formüle edebiliriz: “Başkasını hesaba çekmeden evvel, kendinizi hesaba çekin.”
Karar merciinde olan kimselerin şu hadis-i şerifi bir levha halinde işyerlerine asmaları, hiç olmazsa kalbin ‘unutmaz’ köşesine yazmaları, hem dünya hem ahiret hayatı bakımından son derece faydalı olacaktır:
“Kadılar/yargıçlar (karar merciinde olan kimseler) üç kısımdır. Bunlardan bir gurup cennete, iki grup ise cehenneme gider. Cennete gidenler: Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kimselerdir. Cehenneme gidenler ise iki kısımdır: Birincisi, hakkı bildiği halde, haksız karara imza atanlardır. İkincisi ise, hakkı/doğruyu bilmediği halde, hüküm veren cahillerdir(bk. Ebu Davud, Akdıye,2; Tirmizi, Ahkâm,1; İbn Mace, Ahkâm, 3)
Not: Bu hadisteki ‘cahiller’ den maksat, konuya hâkim olmayan, ehliyetsiz kimselerle, genel olarak ehliyetli olmakla beraber, gereken araştırmayı yapmadığından yanlış hüküm veren kimselerdir. Yoksa gereken bütün şartlara haiz olan ve gerekli çalışmayı yapmakla beraber, bir içtihat hatası yapan kimse buna dâhil değildir (İbn Hacer, Fethu’l-Bari 13/319).
NİYET ELMASI KÖMÜRE, KÖMÜRÜ ELMASA DÖNÜŞTÜRÜR
Ramazan’da oruç tutmadan önce edilen niyetin hakikati nedir?
Oruç tutmada olduğu gibi, bütün işlerde niyetin önemi tartışmasızdır. Niyet, kişinin yapacağı işe, kalbinden samimi karar vermesidir. Niyet, “akıl, kalp, özgür irade, samimiyet, teşebbüs ruhu” gibi unsurların bileşkesidir. Yani niyet aslında kalbin bir fonksiyonudur. Fakat bizim gibi insanların büyük çoğunluğu gaflet içinde olduğundan bunu diliyle de seslendirmesi uygun görülmüştür. Niyet öyle bir iksirdir ki, eşyanın mahiyetini değiştirir. Elması kömüre, kömürü elmasa; altını bakıra, bakırı altına dönüştürür. Mesela, hırsızlık niyetiyle camiye giden veya hacca giden bir adam bu kirli niyetiyle, ibadetlerin elmas yüzünü kömür yüzüne dönüştürür. Buna mukabil, insanları uyarmak, kötülükten vazgeçmelerini sağlamak için nasihat etmek üzere meyhaneye giden bir insan, meyhanenin kömür yüzünü kendi hakkında elmas bir yüze değiştirmiş olur. Çok tecrübelerle sabittir ki, ‘yarınki oruca niyet eden’ kişinin açlık hissi, niyet etmeden aç kalan kimsenin açlık hissi arasında çok büyük fark vardır. Bu husus aynı zamanda psikolojik durumun da bir yansımasıdır. Uzmanların bildirdiğine göre, bir insan herhangi bir işe-niyet bazında- samimi olarak yöneldiği zaman, bir çeşit sinir hücreleri olan beyindeki nöronlar da aynı tarafa meyleder, niyet edilen işin tahakkuk etmesini kolaylaştırır. Bu da niyetin fonksiyonunun önemini göstermektedir.
Son olarak niyetin önemini çok güzel açıklayan bir hadis-i şerifin vürud sebebi olan bir olayı canlı bir örnek olarak hatırlamakta fayda vardır:
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.v) buyurdu ki: “Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir”( Buhari, Nikah,5; Müslim, İmaret, 155).
Bu hadisin vürut sebebi olarak şöyle bir olay nakledilmektedir: Hz. Peygamber (a.s.v) Medine’ye hicret ettikten sonra, Müslümanlar da bu yola koyuldular. Hicret edenlerden biri de Ümmü Kays adında bir kadındır. Bununla evlenmek düşüncesinde olan bir erkek, kadının: “Hicret etmezsen seninle evlenmem” demesi üzerine, onunla evlenmek için hicret eder ve Medine’de evlenirler. Herkes Allah ve Resulünün rızasını kazanmak için hicret ederken, sırf Ümmü Kays’la evlenmek için hicret eden bu şahsın niyeti herkesçe bilindiği için, adama Ümmü Kays’ın Muhaciri manasında ‘Mühaciru Ümmü Kays’ lakabı takılmıştır. Böylece niyet ve nazarın nasıl ‘kömürü elmasa; elması kömüre dönüştüren bir iksir’ olduğu gerçeği, bir kez daha teyit edilmiştir.