Dinde zorlamanın olmaması, inanmanın, iman etmenin gerçekçi bir açıklamasıdır. Çünkü herhangi bir şeye inanmak, kalbin ve aklın o şeyi onaylaması demektir. Aklın onaylaması, bir şeyin kesin doğruluğuna ilmen kanaat getirmesi demektir. Kalbin onaylaması ise bir şeyin doğruluğunu tereddütsüz tasdik etmesi anlamına gelir. Kişinin bu tarzdaki kesin bilgisi ve tasdiki, dış müdahaleyle yapılan her türlü icbar ve zorlamadan azade olarak tahakkuk edeceği bir realitedir. Demek ki, iman dış müdahaleye açık olan bir esaret simgesi değil, tamamen içten gelen amillere bağlı olarak tezahür eden hür bir vicdanın irfanıdır.
“Dinde zorlama yoktur. Artık (Kur’an’ın açıkça ortaya koyduğu gerçekliğe bağlı olarak) hak ile batıl/doğru ile eğri tamamen birbirinden ayrılmıştır” (Bakara, 2/256) mealindeki ayette dinde zorlamanın olmadığının gerekçesi, gerçeklerin içtenlikle kalp ve akıl tarafından görünür hale gelmesi olarak değerlendirilmiş ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız hakikatin altı çizilmiştir.
“(Resulüm!) Eğer Rabbin dileseydi, elbette yeryüzünde bulunanların hepsi mutlaka iman ederdi. O halde insanları imana gelsinler diye sen mi zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99) mealindeki ayette, Hz. Peygamberin görevi yalnız tebliğ olduğu, insanları iman etmeye zorlamak gibi bir yetkisinin bulunmadığı, insanları hidayete erdirmek yalnız Allah’ın işi olduğuna vurgu yapılmıştır. Şüphesiz, İslam’da hiç kimsenin başkasını zorla imana getirmek gibi bir görevinin olmadığını bilenler, menfi hareket içine girip de başkasını rahatsız etmez. Çünkü hidayetin yalnız Allah’ın elinde olduğunu, kendi görevinin yalnız tebliğden ibaret olduğunu bildiği için, haddini bilir, kendi görevini yapar, Allah’ın işine karışmaz.
Genellikle dini hizmet alanında meydana gelen “menfi hareket”lerin önemli bir kısmı, “insanları hidayete ulaştırmak” şeklindeki Allah’ın görevini üstlenmek gibi bir hatadan kaynaklanmaktadır. Yani bu gibi kimseler, insanlara hak ve hakikati tebliğ edip ulaştırmak yerine, onlara -Allah’ın vazifesi olan- hidayeti dağıtmaya soyunur. Ve bu işin kendi sorumluluklarında olduğunu düşündüklerinden icap ederse her türlü menfi hareketin içine girmekten çekinmezler.
Bediüzzaman bu konuyu açıklarken “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir” diyen Celalleddin-i Harzemşah’ın bu tarihi sözlerini nakletmiştir. Onun bu tutum ve davranışının Hz. Peygamberin bir sünneti olduğuna işaret etmek üzere şu açıklamalara yer vermiştir: “Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Peygamberin vazifesi yalnız tebliğ etmek olduğunu bildiren” (Maide, 5/98) ferman-ı İlahîyi kendine rehber ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. “Şüphesiz sen istediğini hidayete erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini hidayete erdirir” (Kasas, 28/56) mealindeki ayetin verdiği dersten, ‘insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek’, Cenab-ı Hakk’ın vazifesi olduğunu anlamış olduğundan Onun vazifesine karışmazdı.
Kur’an ve sünneti mesleğinin yegâne rehberi olarak gören ehl-i sünnet âlimleri, yukarıdaki ilahî beyana ve nebevi davranış üslubuna olan bağlılıklarını göstermiş ve hiçbir zaman “hidayeti dayatma” pozisyonuna girmemişlerdir.
İman kardeşliğinin emredilmesi
İman kardeşliği, Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayan, kalblerini uzlaştıran, aralarında barış ve huzuru temin eden en önemli bir müspet hareket örneğidir. Aşağıdaki ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir.
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı saygılı olun ki merhamet olunasınız” (Hucurat, 49/10). Bediüzzaman, bu ayetin açıklamasında -özetle- iman kardeşliğinin önemine şöyle işaret etmiştir: “İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.” Aynı yaratıcının sanatı, aynı mabudun kulları, aynı rezzakın nimet sofrasında bulunmakta binden fazla ittihad rabıtaları vardır. Keza, aynı peygamberin ümmeti, aynı dinin mensubu olmak, aynı kıbleye yönelmekte yüzden fazla birlik ve kardeşlik bağları vardır. Yine, aynı köyden, aynı şehirden, aynı memleketten, aynı devletten olmakta da en az on kadar vahdet rabıtaları vardır. Bu kadar bağlar birlik ve beraberliği, karşılıklı saygı ve sevgiyi, dostluk ve kardeşliği istediği halde, örümcek ağı kadar kıymeti olmayan bazı bahanelerle bu rabıtalara karşı saygısızlık etmek, onları hiçe saymak, ayrılığa-gayrılığa düşmek ne vicdanın ne irfanın ne de akl-ı selimin kabul edeceği bir iştir.
Üstadın, iman kardeşliğinin ahiret hayatı yanında, dünya hayatı için de nasıl önemli bir faktör olduğunu vurgulayan bir ifadesi de şöyledir: “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı ('Müminler ancak kardeştir' mealindeki ayetin) kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.”
Kötülüğü iyilik ve güzellikle defetmenin tavsiye edilmesi
“Kötülüğü en güzel bir şekilde sav! Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir” mealindeki ayette genel olarak bütün insanlara karşı kötülüğü iyilikle defetme yolu tavsiye edilmiştir. İbn Abbas’ın da ifade ettiği gibi, ayette yer alan “kötülüğü en güzel bir şekilde savmak”tan maksat, Müslümanların karşı taraftan gelen öfkeye karşı sabırlı; cahilliğe karşı ağırbaşlı olmaları ve kötülüğe karşı da af ile mukabele etmeleridir. Bediüzzaman’ın şu ifadeleri bu ayetin bir nevi tefsiridir: “Evet nasıl ki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur.”