PROF. DR. ALİ BARDAKOĞLU
İslâm dünyasında teoride kısmen, pratikte daha belirgin şekilde ortaya çıkan ve her biri de dinin doğru anlamını, hatta hakikatini keşfettiği/temsil ettiğini ileri süren katı gelenekçilik, Şia, siyasal İslâm, Selefilik, modernizm, laiklik gibi birbirinden hayli farklı söylemlere sahip akımlar gittikçe güçleniyor. Öte yandan İslâm toplumlarında her biri hem İslâm akâidi hem de toplumsal huzur ve uyum açısından bir dizi problem içerebilen tarikat örgütlenmeleri ve dinî cemaatleşmeler, dinî hayatın neredeyse gereği ve dindarlığın ayrılmaz parçası gibi görülmeye başlandı. Her bir İslâm ülkesinde şahit olduğumuz bu farklılaşma, zenginlik haline gelmek şöyle dursun; tam bir çekişme, kavga ve birbirini yok etme gerekçesi olarak işleniyor veya kullanılıyor.
İslâm’ı yaşanmış ve yeryüzüne inmiş bir din olarak tanıyabilmemiz için üç tane boyut var: Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet ve dinî gelenek. Bu nedenle İslâm’ı anlamada gelenek önemlidir. Ama bunu, geleneği putlaştırarak ya da yok sayarak değil, geleneği anlayarak, onu yorumlayıp ondan anlamlar çıkararak yapabiliriz. Geçmiş kuşakların geleneğini aynen bugüne taşıyarak hiç değil. Ne var ki katı gelenekçilik tarihin ve hayatın akışkanlığını fark etmedi geleneği dondurup kutsalla iç içe kılarak dokunulmaz kıldı ve günümüz insanını âdeta geleneği yok saymaya mecbur bıraktı. Diğer bir anlatımla katı gelenekçilik, yaşadığımız gerçeklikleri ve aradan geçen bunca zamanı yok sayarak Müslümanların zihniyetini geçmiş asırlarda yaşamaya mahkûm etti ve Müslümanları din adına dar sokaklara sürükledi. Bunun karşısında modernizm ve Selefilik, bu hâliyle işe yaramayacağını düşündüğü geleneği toptan inkâr etme yolunu seçti, hatta geleneği yok sayarak kendi başına ve kendince yürümek istediği bir yol açtı ve esen rüzgârların etkisine son derece açık hâle geldi. Şiilik ise tarihte kalması ve sadece ders alınması için bilinmesi gereken acı olaylar sonucu haklı sebeplerle ortaya çıkmış bir öfkenin din adına bugüne kadar haksız bir biçimde sürdürülmesi şeklinde gelişti.
Birbirimizin görüşlerine müsamahayı kaybettik. Bunları kaybedince de sadece terör ve şiddet yanlıları değil her türlü çıkar grupları ve örgütler kendilerine özgü dinî bilgi ve dinî bağlılıklar üretme imkânı buldu.
‘TEK HAKİKAT’ AYRIŞTIRDI
Bugün elli küsur İslâm ülkesi var ve bunların arasında parmağımızla gösterebileceğimiz, insanların huzur, güven, adalet ve özgürlük içinde olduğu ve dünyaya bunu vadeden bir örnek İslâm toplumu bulmakta zorlanıyoruz. İslâm dünyasında dini farklı anlama ve yorumlama biçimleri artık çok seslilik ve din içi çoğulculuğun sınırlarını aşmış ve bir kargaşaya/kaosa dönüşmüş durumda. Din ile örgüt savaşları, din ile şiddet, hatta terör iç içe geçirilmekte, dinî kavram ve değerler çeşitli grup ve oluşumlarca, hatta uluslararası nitelikte karanlık örgütlerce hoyratça istismar edilmekte. İslâm esaslarına aykırı biçimde üretilen kutsallıklar ve dindar kesimlerin zihinlerini çelen dinî değer istismarları sadece Kur’an ve Sünnet’in önüne perde olmakla ve İslâm akidesine zarar vermekle kalmıyor; aynı zamanda yeni nesilleri din konusunda yol ayırımına sürüklüyor, dış dünyadaki İslâm algısını belirliyor, huzur ve güvenliğimizi de tahrip ediyor. İslâm ülkeleri veya toplumlarının her birinde bu olumsuzluğun farklı örnekleri hiç eksik olmuyor. Yukarıda özetlediğimiz hususları olup biteni tanımlama adına bir tespit olarak söylemek durumundayız, yoksa günümüz İslâm coğrafyasındaki bu dinî akımların tezlerini dinî düşünce açısından tartışmaya açmak ve tutarlılık testine tabi tutmak için değil. Bu zaten çok anlamlı da değildir. Çünkü her birinin modern dönemde yeni bir rol ve anlayışa evrilmesi, derinlemesine teorik tartışmalar sonrası yapılmış bir tercih değil, haricî olayların sevk ettiği yeni durumlardır. Fakat bütün bunlar olup biterken hatırı sayılır ölçekte bir kayıt dışı dinî bilgi ve eğitimle karşı karşıya kaldığımızı da görmek zorundayız. Gerçekten de günümüz İslâm dünyası bütün bu kutuplaşma ve ayrışmanın acı sonuçlarını yaşarken bir yandan da ekonomiden ödünç alınan bir adlandırma ile -kulakları çınlasın- Cemil Çiçek Bey tarafından dile getirilen “kayıt dışı din” sayılabilecek bir savrulmayı yaşamakta.
Bugün bu kayıt dışılığın üç, hatta dört veçhesinden söz edebiliriz:
Günümüzde din hakkında yapılan yorum ve ileri sürülen görüşlerde ‘tek hakikatçı’ ve ideolojik tutumlar söz sahibi olmaya başladı ve bu anlayış İslâm dünyasında din eğitiminin de temel politikası oldu. Birey, kültür, çevre, sivil inisiyatifler dinî algımızda önemsizleşti, mütevazi konuşma dilini kaybettik ve her konuşan İslâm adına konuşmaya başladı. Din adına ideolojik tahakküm aynı safta birlikte namaz kılan insanları birbirine düşürdü, din adına ayrıştırıcı oldu. İslâm’ın tek bir hakiki/doğru yorumunun olduğu düşüncesi hâliyle o yorumun hayata geçmesini dinî bir ödev olarak görmeyi de gerektirdi, din dili sivil ve hoşgörülü karakterini kaybetti. İslâm dünyasına dikkatle bakıldığında bu süreç ve dönüşüm net olarak görülmektedir. Mesela günümüz Selefiliğinin öne çıkan tezi “Kur’an ve Sünnet’e dönmek” ise de bu söylem slogandan öte gitmemekte, onların din adına “tek hakikatçı ve tahammülsüz” tutumu sıradan bir görüş farklılığından öte din adına teröre kadar uzanan bir dizi soruna yol açmaktadır. Sadece Şia değil Sünnî kesim de dinî gelenekte bilginin bu sivil ortamla sıkı ilişki içindeki beşerî ve mütevazı karakterini göz ardı ederek dinî hiyerarşi içinde bir din söylemi geliştirdi. Böyle olunca da din ulemâsı, din adına konuşan, âdeta “Tanrı adına konuşan ruhban sınıfı gibi” Allah katından bilgiler getiren kimseler olarak tanıtıldı ve algılandı. Sonuçta merdiven altında üretilen bilgiler, dinin temel ahkâmına değil de eski dönemlerin kitaplarından rasgele seçilmiş veya bağlamından koparılmış iki satır ibareye veya falanca kişinin görüşüne dayandırılan fetvâlar, kapalı kapılar ardında öne çıkan duygular din adına kutsal bilgi olarak topluma servis edilmeye başladı. Aykırı bulunan görüşlerin reform, sünnet veya hadis inkârcılığı, sapkınlık/dalalet gibi etiketlerle saf dışı hatta tekfir edilmesi, Müslümanlar arasında öfke ve nefret tohumlarını yeşertmekten öte bir işe yaramadı.
Halbuki İslâm bilgi geleneğinin en bâriz vasfı onun hesap verebilir, açık ve şeffaf niteliğiydi, bir metot ve sisteme bağlı olarak üretilmesiydi; onu kaybettik. Birbirimizin görüşlerine müsamahayı kaybettik. Bunları kaybedince de sadece terör ve şiddet yanlıları değil her türlü çıkar grupları ve örgütler kendilerine özgü dinî bilgi ve dinî bağlılıklar üretme imkânı buldu. Kayıt dışı dinin ideolojik ve radikal bir söylemle ortaya çıkışı esasen ilmî geleneği, yani dinî bilgi üretmeye dair kadîm usulümüzü yitirmemizle başladı. Bu, konunun birinci veçhesidir.
ÇARE ÇOK SESLİLİK
Gelenekteki metotlu ve sistematik bilgi üretme usulünü yitirince ikinci bir savrulma daha oldu. O da serbest pazar anlayışıyla müşteri talebine göre seri ve alternatifli dinî bilgi üretimidir. Yani din hakkında bilgi edinmek isteyen ve bir arayış içinde olan iyi niyetli kimselere kırkambar kapısı açıp beğendiği dinî bilgiyi/fetvayı seçmesi için bol seçenekler sunan bir tutum öne çıktı. Devlet, makam, nimet erbabının gözünün içine bakarak, itibar ve şöhret kazanmayı umarak/hedefleyerek konuşanlarımız arttı ve karşılığını da almaya başladılar. Müşteri memnuniyeti mantığıyla muhatap kitlelere dinin anlatıldığı, medyanın magazin üslubunun da devrede olduğu bu cazip pazar da kayıt dışı dinin bir başka veçhesini, ikinci veçhesini teşkil etmeye başladı.
Kayıt dışı dini önlemenin çaresi, din adına tek sesliliği devlet eliyle pekiştirmekten, belli bir mezhebi ve görüşü devlet dini kılmaktan değil, yasakçılıktan hiç değil; çok seslilikten, açık, şeffaf ve hesabı verilebilir dinî bilginin egemenliğini sağlamaktan geçer.
Bu durumu sistematik fıkhî düşünce ve ilmihal aidiyetinin gerçekte zayıflaması ve işlevselliğinin çok sınırlı bir alana hapsolması ile modern dönemde Müslümanların aşırılıklar, aşırı dinî akım ve birbirini nakzeden yollar arasında sıkışmış olması arasındaki sıkı ilişki ile de açıklamak mümkündür.
Öte yandan biz, İslâm’ın açık ve anlaşılabilir bir din oluşunu da yeterince önemsemedik ve dini gizemler dünyasına hapsettik. Din gizemli, ancak belli kişilerin ulaşabilip anlayabileceği esrarlı bilgiler yumağı olarak tanıtıldığı sürece kişi ile Yüce Yaratan arasında aracılığa soyunan veya böyle bir algıya göz yumarak bunu sektöre çeviren kurum ve kişiler din pazarında hiç eksik olmaz. Hem tarihte hem de günümüzde dinin bilinemezliğine, korkuya ve ahirette insanları bekleyen akıbete sürekli vurgu yapılması, dinini daha iyi anlama ve yaşama gayretindeki iyi niyetli geniş halk kesimlerini somut sığınaklar ve çıkış yolları aramaya sevk etti, neticede karşı durulması zor olan cezbedici bir piyasa ortaya çıktı. Halbuki Resul-i Ekrem Efendimiz’den sonra din tamamlanmış, kimseye Allah adına, kutsal adına söz söyleme hakkı ve aracılık yetkisi verilmemiştir. Kayıt dışı dinin belki de üçüncü veçhesini günümüzdeki dinî cemaatlerin ve tarikat örgütlenmelerinin kahir ekseriyetini teslim almış olan işte bu nev-zuhur kutsallıklar ve gizemli din dili teşkil etmeye başladı.
Öyle anlaşılıyor ki kayıt dışı dini önlemenin çaresi, din adına tek sesliliği devlet eliyle pekiştirmekten, belli bir mezhebi ve görüşü devlet dini kılmaktan değil, yasakçılıktan hiç değil; çok seslilikten, açık, şeffaf ve hesabı verilebilir dinî bilginin egemenliğini sağlamaktan geçer. Bu konuda asıl görev ilâhiyat alanının uzmanlarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgili birimlerine, yani ulemâ-i İslâm’a düşmektedir. Bugün Diyanet İşleri Başkanlığının yüz elli bine yaklaşan personeli, sayıları yüzü aşan ilâhiyat fakültelerimizin binlerce akademisyeni var. Yüce dinimizin ve milletimizin onlardan görev beklemesi en tabi hakkı. Bu camiaya ve din ulemasına rağmen medya ve bütün mahallemiz kayıt dışı dinin ölçüsüz ve asılsız bilgileri ile neredeyse kuşatılmış ise ve üstelik bu durum gelecek nesillerimizi din konusunda kaçınılmaz olarak bir tereddüde sürükleyecekse mevcut gidişatın vebâlini ilk hissetmesi gerekenler onlar, yani bizleriz. Bir de -çeşitli mülahazalarla- kayıt dışı dinin nüfuz alanının genişlemesine destek veren devlet ricali ve yetkilileri bu vebâli derinden hissetmelidir. Din uleması kendilerini çevreleyen akıntılara, beklentilere ve din pazarının cezbedici tuzaklarına kapılmadan İslâm ve ilâhiyât alanında sağlıklı ve doğru bilgi üretmek, dinî bilgi ve davranış alanında olup biten yanlışlara karşı suskun ve kayıtsız kalmamak zorundadır. Bu onların öncelikli dinî vecibesidir. Elbette bunun için üniversite ortamın güçlendirilmesi, düşünce ve bilim özgürlüğünün desteklenmesi gerekir. Bunun olmadığı yerde gündemden ve yüzleşmeden kaçarak tarihin derinliklerinde izini kaybettiren ya da bilim kisvesiyle ticaret ve dünya nimeti devşirebilme hesabı yapan yeni bir din pazarı daha açılmış olur. Bu yoldan yürüyenler çoğaldığında da kayıt dışı dinin dördüncü ve yeni bir veçhesiyle karşılaşmamız sürpriz olmaz.
Her şeyin doğrusunu ve eşyanın hakikatini bilen Yüce Mevlâ’dır.