Son yüzyılda yaşadığımız en büyük meydan okumaların ve risklerin başında gelenlerinden biri olan Kovid-19 ve korona pandemisinin küreselleşme, devlet-toplum/birey ve toplum içi ilişkiler üzerine büyük etkiler yarattığını görüyoruz.
Korona pandemisinin etkileri toplumsal ilişkilerin her alanında ciddi kırılmalara yol açıyor.
“Post-Korona dünya”, şüphesiz ki, “dün”ün eski olarak bittiği ve “yeni”nin başladığı bir dünya anlamına gelmiyor.
Geçmişten gelen “süreklilikler” devam edecektir, bu doğru: fakat, korona pandemisiyle yaşamın her alanında ve boyutunda büyük bir kırılma yaşadığımızı ve yaşamaya devam edeceğimizi de kabul etmeliyiz.
Günlük yaşam, toplumsal ilişkiler, bireysel ve toplum psikolojisi, sağlık, ekonomi, temel ihtiyaçlar, mekan-zaman ilişkisi ve örgütlenme, vb. her alanda “eskinin biterken yeninin ortaya çıkmaya başladığı” bir döneme, post-korona dünyaya girdik.
20. yüzyılın başında yaşadığımız iki dünya savaşı, dünya ticaretinin çökmesi ve İspanyol gribi dönemine benzer bir dönemi, korona pandemisiyle 2020’den itibaren yaşamaya başladık.
Daha önceki yazılarımda odaklandığım küreselleşme, liderlik, toplum psikolojisi, ahlaki benlik alanları gibi, post-korona dünyanın, Türkiye’de dahil tüm ülkelerde, siyaset ve toplum yönetimi üzerinde de ciddi değişimler yarattığını ve yaratmaya devam edeceğini görmeliyiz.
DEĞİŞEN PARAMETRELER
En az beş boyutta “siyaset”in ve “toplum yönetimi”nin, (a) anlayış, (b) tarz ve (c) uygulama boyutları içinde değişim geçireceğini düşünüyorum.
Burada şu noktanın da altını çizmeliyim: aşağıda sıralayacağım ve kısaca açımlayacağım değişim parametrelerini, pandemiye karşı bugüne kadar başarılı olan (Yeni Zelanda, Güney Kore, Singapur, Tayvan, Vietnam, Japonya, Almanya ve İskandinav ülkeleri) ile başarısız olan (Amerika, İngiltere, İtalya, Breziya) ülke deneyimlerini karşılaştırarak hazırladım.
Birincisi, devlet iktidarından “devlet kapasitesi”ne geçiş: korona pandemisinin en görünür sonucu, küreselleşmeye karşı “devletin önemi”nin artması oldu. Küreselleşme zayıflarken “devlete geri dönüş” sürecinin başladığı saptamasının kamusal ve akademik tartışmada sıklıkla yapıldığını görüyoruz.
Bununla birlikte, vurgulayalım, “devlete geri dönüş kurumsal ve söylem düzeylerde ne anlama geliyor” sorusuna yanıt verilirken, siyaset ve toplum yönetiminde ciddi değişimlerin yaşanacağının da altı çiziliyor.
Daha önemlisi, devlete geri dönüşün ve devletin öneminin artmasının, devletin, topluma, bireye ve yerel yönetimlere karşı iktidarının güçlenmesi ve devlet güvenliğinin ayrıcalıklı konuma gelmesi anlamına gelmediği de söyleniyor.
Tam tersine, devlete geri dönüş, toplumsal krizlere, çalkantılara ve sorunlara çözüm bulmada ve toplumun-bireyin yaşamsal güvenliğini sağlamada, kurumsal ve materyal temelde “devlet kapasitesi”nin artması anlamına geliyor.
Korona pandemisi, sağlık alanında insan sermayesi (sağlık görevlilerinin niteliği), hastahaneler, yatak sayısnından yoğun bakıma var olan mekansal yapı, test sayıları, maske ve diğer materyallerdeki stok, vb. alanlardaki kapasitenin ne kadar önemli olduğunu bize gösterdi.
Devlet kapasitesi kavramının, sağlık alanı gibi, “ekonomi ve gıda güvenliği” ve “dijital” alanlarda da kritik önem taşıyacağını söyleyebiliriz.
Devlet iktidarı ve güvenliğinden daha çok devlet kapasitesi, siyasette ve toplum yönetiminde başarının anahtarı olacak.
İkincisi, güç merkezli yönetimden “kapsayıcı yönetim”e geçiş: peki, devletler kapasitelerini nasıl arttırırlar? Ne tür bir yönetim anlayışı devlet kapasitesinde güçlenmeyi olanaklı kılar?
Bu noktada temel kavram, “kapsayıcılık” (inclusiveness). Devletler, yerel yönetimler ve sivil toplumla ne kadar, bana yakın yerel yönetim ya da sivil toplumum demeden, kapsayıcılık ilkesi temelinde birlikte çalışırsa ve işbirliği yaparsa, o kadar kapasitelerini artırıyorlar.
Kentleşen, hatta kentli bir dünya ve yüzde 70-72 oranında kentli bir Türkiye’de yaşadığımız için, pandemiyle mücadelede başarılı örneklerde gördüğümüz gibi, kentler ve yerel-kent yönetimleri ve sivil toplum örgütleri, pandemi ve diğer alanlardaki meydan okumalara karşı başarılı olma da önemli rol oynuyorlar.
Kapsayıcılık ilkesi ve etkili denge ve denetleme sistemi devlet kapasitesini arttıryor; buna karşın, güç merkezli yönetim anlayışı başarı önünde engel olabiliyor.
Üçüncüsü, kimlik siyasetinden “temel ihtiyaçlar siyaseti”ne geçiş: devlet kapasitesini ve kapsayıcı siyaset ve toplum anlayışını gerekli kılan bir unsur da, yaşadığımız sağlık krizinin, işsizlik krizi ve gıda kriziyle ilişkili yapısı. Pandemi, “sağlık-işsizlik-gıda üçgeni”nde büyük bir meydan okuma yarattı. Bu üçgen, insan yaşamının “temel ihtiyaçları” (basic needs) içindeler.
Temel ihtiyaçlar, siyaset ve toplum yönetimi alanlarında merkezi konuma gelirken, son yıllarda bu alanları şekillendiren kimlik siyasetinin önüne geçebilir.
Toplumun temel ihtiyaçlarına yanıt veren siyasi aktörlerin daha başarılı ve toplumdan daha fazla destek alacaklarını ön görebiliriz. Kimlik siyaseti devam edecektir ama tek başına siyaseti şekillendirmesini artık var sayamayız. Sağlık-işsizlik-gıda güvenliği üçgeninde başarılı ve inandırı olma, siyaset ve toplum yönetiminde de başarının önemli bir unsuru olacak.
Dördüncüsü, kutuplaşmadan “toplumsal uyum ve birlikte yaşama”ya geçiş: korona pandemisiyle mücadelede başarı örneklerinin hepsinde, siyasi ve duygusal kutuplaşmanın endişe verici boyutta olmadığını; buna karşın, “toplumun ve bireylerin normlara ve kurallara uyması ve kurumlara güvenmesi” anlamına gelen “toplumsal uyum”un ve birlikte yaşama kültürünün güçlü olduğunu görüyoruz.
Altını çizelim: toplumsal uyumun güçlü olması için, kültür kadar devlet-yerel yönetim-sivil toplum kapsayıcılık ilkesi içinde işbirliği yapması da çok önemli.
Kurumsal kapsayıcılık ve denge ve denetleme sistemini içselleştirme, toplumsal uyum ve güveni de arttırıyor.
Kutuplaşmayı körüklemek yerine toplumsal uyumu güçlendirme çabası, siyasi aktörlerin başarı derecesini belirleyecek bir unsur olacaktır.
Beşincisi, ekonomik büyüme ve zenginleşmeden “sürdürülebilir kapsayıcı kalkınma”ya geçiş: devlet-toplum-birey kadar, her türlü canlı yaşam ve doğayla ilişkilerimizde, krizlere karşı dayanıklı (resilient) olmanın ön koşulunun “kapsayıcı kalkınma” olduğu bir döneme girdik.
Korona pandemisi bize bunu, temel ihtiyaçlar ve yaşamsal (ontolojik) alanlarda büyük bir riski ortaya çıkartarak gösterdi.
Kapsayıcı kalkınmanın, dayanıklı ve sürdürebilir olmanın ön koşulu olduğunu gördük.
Birleşmiş Milletler’in “Sürdürebilir Kalkınma Amaçları”nın siyaset ve toplum yönetiminde giderek önem kazanacağı bir döneme girdik. Devletin kapasite arttırımı için, gerek yerel yönetimler ve sivil toplumla, gerekse de uluslararası örgütlerle işbirliği yapmasının merkezinde sürdürülebilir kapsayıcı kalkınma anlayışı olacak.
Bu, siyasi aktörlerin başarılı ya da başarısız olma derecesini de etkileyecek.
TÜRKİYE’DE DEĞİŞİM VE SİYASET
Sadece küreselleşen dünya ölçeğinde değil, Türkiye’de de, korona pandemisinin siyaset ve toplum yönetiminde ciddi değişimler yaratmaya başladığını görüyoruz.
Post-Korona dünya gibi, “Post-Korona Türkiye” döneminin başladığını söylemenin abartılı olmadığını düşünüyorum.
Siyasetin ve toplum yönetiminin değişen parametreleri, Türkiye’de de siyasi alanın şekillenmesinde ve siyasi aktörlerin başarı derecesinde etkili olacak.
“Sağlık-işsizlik-gıda güvenliği üçgeni”nde yaşamaya başladığımız ve giderek derinleşecek risklere karşı devlet kapasitiseninin dayanıklılık ve sürdürebilirlik içinde nasıl arttırılacağı sorusu üzerinde yapılan kamusal ve akademik tartışmaların siyasi alanı yeniden şekillendireceğini düşünüyorum.
Daha somut düzeyde, erken seçim tartışmaları, yeni siyasi aktörlerin başarısı, Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı başta olmak üzere “ittifaklar siyaseti”nin geleceği ve en önemlisi, “Nasıl bir Türkiye’de yaşayacağız?” sorusuna verilecek yanıtın da büyük ölçüde siyasetin ve toplum yönetiminin değişen parametreleri tarafından şekilleneceğini söyleyebiliriz.
Post-korona Türkiye, post-korona dünya gibi, ciddi değişimlere ve kırılmalara sahne olacak.