IŞIL ÇALIŞKAN / İSTANBUL
Tevfik Akbaşlı müziğin her yerinde; opera, film müziği, oda müziği, çocuk müzikali, bale, modern dans müzikleri bestecisi. Akla ilk ‘Sayarken bile bitmeyen bu kadar işi nasıl yapıyor?’ sorusu geliyor. New York’ta yaşadığı dönemde ‘önce anlarsan, doğru müziği o sana kendi elleriyle getirecektir’ uyarısı üzerine bir süre işi gücü bırakıp sinema ve senaryo tekniği hakkında söyleşilere, kurslara, workshop’lara, masterclass’lara katılmış. 2013’te İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin kuruluş yıl dönümü için ‘Muhteşem Süleyman’ adlı operayı besteleyen Akbaşlı ile konuştuk...
* Opera, oda müziği, çocuk müzikali, modern dans, bale, film müziği gibi müziğin çok farklı alanlarında çalışıyorsunuz. Bu çeşitliliği nasıl başarıyorsunuz?
ABD’de bulunduğum yıllarda müzikal dramaturji kavramıyla tanışma fırsatım oldu. Ama bu kavramın sadece müzikle sınırlı olduğu düşünülmesin, kullanacağımız tüm yöntem ve malzemelerin iç yasalarını, ana kurallarını, organik yapılarını ve temel ilkelerini masaya yatıran bir bilgi kuramı ve tekniği. Sadece müziğe odaklanarak, metni okuduktan sonra piyanonun başına oturup melodi aramanın müzik yaratmaya yetmediğini gördüğüm New York yıllarında, bazı özel sohbetlerde müzikten önce sinema dilini, senaryo yazım tekniğini, dramaturjiyi, psikolojiyi, sosyolojiyi bir an önce yalayıp yutmam gerektiği ima ediliyordu. Bunları başkaları söylese belki kulak asmaz, unutur giderdim ama söyleyenler, şöminesi üzerinde Oscar heykelciği duran besteciler, gözümde ilahlaşmış efsanevi yönetmenler olunca haliyle, söylenenleri ciddiye aldım. Mesleğin duayenleri hep bir ağızdan ve durmadan ‘Metni derinliğine çözersen, doğru müziği o sana kendi elleriyle getirecektir’ demeyi sürdürdü; ben de işi gücü bıraktım, sinema ve senaryo tekniği hakkında söyleşilere, kurslara, workshop’lara, masterclass’lara katıldım.
* Türkçe opera yazmanın avantaj ve dezavantajları neler?
Türkçe’nin opera için uygun bir dil olmadığı söylenir ama katılmıyorum. Çok ritmik, zengin ve güzel bir dilimiz var. Dünya dili olmaması için de hiç bir sebep yok ortada. Üstelik kendi ulusal operamızı yaratırken tabii ki Türkçe yazacağız. Ama nedense böyle bir önyargı var.
* Türkiye’de opera kültürünün oluşamama sebeplerini neye bağlıyorsunuz?
Bu konuda da tabularımızı yıkan olay, 80’li yıllarda Meşhur Üç Tenor’un kasedinin işportacılara düşmesiydi. Mahalle aralarında ‘Üç Tenor’un opera kasedi seyyar satıcılar tarafından yok satardı. İster opera olsun, ister türkü, ister caz, ister arabesk, iyi bir şarkıcı, güzel bir eser söylediğinde halk kesinlikle bu güzelliği takdir eder. Ödenekli sanat kurumlarını yönetenler ve müzik yapımcıları genellikle halkın taleplerini doğru okuyamıyor. Türkiye gibi hayatın pratik anlamda çok zor olduğu, sanat tarihinde çoksesli müziğin ve opera geleneğinin yerleşmediği bir ülkede insanlara, mesleğin profesyonellerinin bile ilgi göstermediği bir repertuvarı devlet zoruyla, askerde sıra dayağı atarcasına dayatır, sonra da halkı ‘Anlamıyorlar’ diye suçlarsanız, savaşı daha baştan kaybedersiniz. Atatürk’ün konuk İran Şahı’na sahnelenmek üzere Adnan Saygun’a opera besteleme emri vermesi, müzik tarihimizde radikal bir dönüm noktasıdır ama ne yazık ki devamı gelmemiştir. Bu ülke, kendi operasını yaratmak için bestecilerine eser sipariş eden bir anlayıştan, sürekli Batı’dan medeniyet ithal etmeye çalışan, neredeyse İtalya’dan çok İtalyan operası oynayan, daha da kötüsü modernlik adına bu taklitçiliğiyle iftihar eden, yarı şaşkın bir ulusal kimlik yoksunluğuna sürüklenmiştir. Ne kadar acı.
* Siz bu yüzden mi eserlerinizde hep kendi tarihimizden konular işliyorsunuz?
Evet. İlk operam “Kutsal Sandık”tı. Librettosu Mevlana’nın dizelerinden yola çıkan bir öykü üzerine kurulmuştu. Ardından Kurtuluş Savaşı’mızı anlatan ‘Yeniden Doğuş’ operasını, daha sonra ‘Kösem Sultan’ balesini besteledim. Ve sonra ‘Muhteşem Süleyman’ operasını. Dünya medeniyetinin doğduğu topraklar üzerinde yaşıyoruz. Hiç bir ülke başkasının malzemesiyle, kültürüyle uluslararası arenaya çıkmayı denemiyor. Mesela İtalyanlar, Almanlar, Ruslar kendi sanat kurumlarında önceliği sizce, Türk Kılıç-Kalkan ekibine veya Anadoluürkülerine verirler mi? Biz neden bunca ekonomik güçlük içinde, son derece değerli ve kısıtlı kaynaklarımızı öncelikle başka ülkelerin kültürlerini sponsor etmek için harcıyor ve kendimizi gülünç duruma düşürüyoruz? Dünya klasiklerini tabii ki yapacaksınız ama önceliği asıl varlık nedeniniz olan kendi ulusal kültürünüze yatırım yapmaya vermez ve uluslararası arenaya kendi kimliğinizle çıkmazsanız asla ciddiye alınmazsınız.
TOPLUM SANATÇIYA KARŞI ANLAYIŞLI DEĞİL
* Besteci olmaya nasıl karar verdiniz?
Çok klişe olacak ama bence her zaman insanlar mesleklerini seçmiyor, bazen bazı meslekler bazı insanları seçiyor. Muhakkak anlatmak zorunda olduğunuz bir hikaye, söyleyecek bir söz ya da çok kafaya taktığınız bir meseleniz varsa, sürekli olarak bir çıkış, rahatlama yolu arıyorsunuz. Seçtiğiniz yol, yazmak, çizmek, müzik yapmak, film çekmek, her neyse, kabuğunuzu yırtıp sizi tam ortadan parçalamadan ortaya değerli bir şey çıkması pek mümkün görünmüyor.
* Siz bu yaratma süreçlerinde neler yaşadınız?
Kendinizle sürekli yarışmak, hep daha daha iyisini yapmak istemek, çıtayı yükseltirken dünyayla kavgalı olmak, aileden ve yakın çevreden büyük fedakarlıklar beklemek, sürecin doğal parçası... Ben kişisel olarak ailemden gördüğüm destek ve anlayış konusunda kendimi çok şanslı sayıyorum ama toplumumuzun bilim ve sanat emekçileri konusunda yeterince anlayışlı olduğunu söylemek maalesef kolay değil. İnsanlar bilimin nimetlerinden yararlanmak ya da çoğu kez sanat sandıkları eğlenceyi bedelini ödemeden keyifle tüketmek istiyor. Ama bırakın bunların ortaya çıkış süreçlerine destek olmayı, medeniyeti yoktan var edenlerin sıkıntılarını bilmek, yaşadıklarını duymak dahi istemiyorlar.