Bugün bayram namazını zaman zaman cuma için de gittiğim bir camide kıldım. Hem vaazı hem de hutbeyi dinledim. Karadenizdeyim, bir sahil kasabasında tatildeyim.
Namazı güzel kıldırdı, kıraati düzgündü, kendini okuduğuna verdiğinde, o ruh hâlinden zerre ihtimal sapmadığına şahidim.
Vaaza gelince... Camiye oğlumla girdik. İçeri girerken bir bağrış bir bağrış vardı ki sormayın. Bu ifadelerimi artık çok alıştığımız laik ya da din karşıtı hassasiyetlerle yorum yapanların değerlendirmeleriyle bir tutanlara kırılırım.
Bir bağırma, bir haykırış edebiyatı. Ben camiye de cemaate de yabancı biri değilim. Şükür olsun Allah’a. Her zaman her fırsatta gidemesem de Allah şahittir ki gönlüm de kalbim de oradadır. Mekâna soğumuş insanların yıllar sonra geri döndüklerinde dile getirdikleri şu dışarıdan tavırlardan da Allah beni uzak etsin. Öyle ya da böyle söylediklerim içeriden bir şey, kendi hikâyemiz üzerine bir serzeniş, yaşadıklarımızı anlamaya dönük bir eleştiri.
Hoca efendi baştan sona doğru şeyler söylüyor. Altına imza atamayacağım bir şey belki de hiç yok. Ama bağırıyor, çığlık atıyor, resmen hepimizi sıraya sokmuş dövüyor, bir alıyor perişan ediyor, sonra sıra öbürümüze geliyor, bir de ona girişiyor.
Şaka bir yana bu ses tonuyla, bu bağırmayla insanlara bir şeyler anlatmak zor. Müslümanların hali pür melâlinden söz ediyor, camideki herkesi sorumlu tutarcasına onların hesabını bizden soruyor. Bir mümin olarak dünyada olup bitenlerle kendi dünyam arasındaki yakınlığı hatta ortaklığı bilmiyor değilim. Hem bir ben değil bütün müminler bundan haberdardırlar. Kültürümüz de geleneğimiz de bizi dünyanın her tarafına duyarlı kılar, oralara dikkat kesilmemizi mümkün kılar. Ama hocanınki farklı. Bir dili var kesiyor, bir suratı var velfecri okuyor.
Herkes yeni ve bakımlı elbiseleriyle, neşeli yüzleriyle, işte tam da bugün her şey için yeni bir başlangıç yapmaya hazırlananlara has adım atışlara denk gelen bir saatte bir fırça bir fırça bir fırça...
Hocayı tanımıyorum, ama konuşmasının yaslandığı referanslardan argümanları hakkında bir kanaate ulaşmam mümkün. Kötü bir dinî söylem tutturmuş, aklı sıra ümmetçilik yapıyor, içindeki kargaşayı açığa veriyor, kendi huzursuzluklarını, içeride yaşadıklarını ortaya döküyor. Biraz makyaj, biraz retorik olsa oysa. Aslında hocanın sağlığının iyi olmadığını fark ediyorsunuz. Oysa anlattıklarının böyle bir dile ihtiyacı yok. Bugün kurban ya, bize İsmail peygamberi anlatıyor, İsmail’i nasıl yere yatırıp acıtmadan boğazlayacağımızı anlatıyor. Teatral sunum müthiş, daha kürsüdeyken kurbanı kovalamaya başlamış bir kasap havasındayız.
Gözümü sık sık Ali’den kaçırıyorum. Şeriati’nin yıllar önce bir metafor çözümlemesi olarak anlattığı İsmail ve kurban ilişkisinin tevhit eksenli anlatımı hoca efendinin ağzında başka bir şeye dönüşüyor, derin entelektüel çıkarımların çarpık bir din dilinde hayatımızı zehir edecek bir noktaya eriştiğini üzüntüyle idrak ediyorum.
Bir ara sözün şiddeti o kadar artıyor ki bütün adap ve ilkelerimi çiğneyerek söz almayı ve “Allah rızası için sus!” diyerek onu uyarmayı bile göze almak istiyorum. Ama sadece ondan değil cemaatten de korkuyor, çekiniyorum. Öyle bir camideymişim meğer, özel ve böyle bir dile aşina bir cemaatin arasında içinden zorlarsan öfkeli bir güruh üretilebilecek bir söz akışının ortasına düşmüştüm.
Adamın dediklerinde sorun var mıydı? Yakınmalarına kim ne diyebilirdi? Ama bu dil çok kötü, çok hırpalayıcı bir şeydi.
Sonra Itri’nin şu meşhur tekbirinin orada hazır bulunan cemaatin ağzında nasıl da bütün zerafetini kaybettiğini görünce çok canım sıkıldı. O tekbirlerde insanı alıp oldukça derin ve uhrevi bir dünyaya savuran güzelim bir tat vardı ve şimdi o, ortada kim varsa toplayıp milleti cenge götüren mehteran davuluna vurulan tokmağın altında eziliyordu.
Dedim ya namaza bir diyecek yoktu, üzerimize vacib olan bayram namazını kılmış, ardından bir önceki vaazdan hiç mi hiç farkı olmayan hutbeyle görevimizi eda etmiştik. Kapıda bayram simitleri satılıyordu, hoca efendi çocuklara bayram harçlığı vermek için anons ediyordu. Yeni bir anonsa kulak kabarttığımızda ben arabanın kontağını çoktan çevirmiştim. Hoca maatteessüf çocuklar için ayırdığı para kesesini evde unuttuğunu belirtiyor ve eğer kendisinden harçlık almak isteyen varsa bunun için bugün öğlen cumanamazında hazır bulunmalarını anons ediyordu: Ali “İyi ki de ben çocuk değilim baba.” dedi, “Eskiden de bir senden alırdım harçlığımı ve babalar alacaklı olmaz sonuçta.” deyip benim bütün bayramlık evrenimi yerle bir etti.
Ben içerden konuştum, içerden, sadece içerden.