Ziya Gökalp 1876 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk gençlik yıllarında amcası Hasib Efendi’den Arapça ve Farsça ile İslâm felsefesi dersleri aldı. Dr. Yorgi’den mektepte pozitif bilimler öğrendi. Bu yıllarda hem dini ilimlere hem tabiat ilimlerine düşkünlüğü sebebiyle çokça kitap okumaya başlar. Kitap okuma sevdası bir süre sonra onu derslerinden geri düşürecek, öğretmenleri nazarında tembel bir öğrenci olarak nitelendirilecektir. Genç Ziya bu durumu şöyle anlatacaktır: “Muallimler nazarında mektebin en tembel talebesi bendim; fakat talebeler nazarında en çok okuyan yine ben tanınıyordum.” Yedi yaşındayken dahi Âşık Garip, Kerem, Şah İsmail gibi kitaplardan bir koleksiyonu vardı. Bu durum okuma aşkının ne denli yüksek olduğunu ortaya koyacaktır.
Genç Ziya’nın en şiddetli buhranı bu yıllarda Abdullah Cevdet’le tanışmasıyla meydana gelecektir. Diyarbakır’a sürgün olarak gelen ve “Allahsız” diye halk içinde nam yapmış A. Cevdet, Genç Ziya’nın inanç ve fikir dünyasını derinden sarsacak, onu intihar teşebbüsüne kadar sürükleyen bir yolun kapısını açacaktır. Abdullah Cevdet’le yaşadığı fikir tartışmalarının derin tesiri ve Cevdet’in ona verdiği “Ateizm” kitabı yaralı ruhunu büsbütün sarsacaktır. Sonraki yıllarda Abdullah Cevdet’in etkilerini şöyle anlatır: “Eline balta almış, yıkılması gereken düşünceleri yıkıyordu; bu bir hizmettir. Fakat biz gençleri yalnız Abdullah Cevdet’e bırakıp da onların kafalarına yeni idealler, yeni inançlar yerleştirmezsek, fikir ve ruh bakımından onları harabe haline sokmuş oluruz. Ben gençliğimde bunun acısını pekiyi tattım. O acı beni intihara bile sürükledi.”
Gökalp, A. Cevdet’le tanışmasından sonra Batı sosyolojisi ve pozitivist-materyalist felsefeyle ilgilenir, şüphesiz bunda Abdullah Cevdet’in payı büyüktür. Yine Abdullah Cevdet’in en önemli katkısı, Gökalp’ın İttihat ve Terakki’nin resmî kurucuları olan İshak Sukuti, İbrahim Temo gibi isimlerle tanışmasıdır. Böylelikle Gökalp, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne resmen katılır. Kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki merkez heyetine seçilir.
Hüseyinzâde Ali Bey ile tanışmasından sonra Türk tarihi ve Türkçülük fikri ile yakından ilgilenmeye başlar. Bu yıllarda en büyük arayışı bir fikir etrafında toplanarak milletini kurtarmaktır. Gökalp’ın ifadesiyle, “Bütün umudum mucizevî bir hamle ile milletimi kurtarmaktı. Bana bir umut felsefesi, kurtuluş nazariyesi lazımdı. Ne kelâm, ne tasavvuf bana bu felsefeyi veremedi.”
Ziya Gökalp bu dönemden sonra eserlerinde Emile Durkheim’in sosyolojisini ve yöntemlerini benimsemiş, memlekette modern sosyolojinin kurucu babalarından sayılmıştır. Fransız sosyologlardan Tarde’ın taklit kuramı ve Gustave Le Bon’un kitle psikolojisi üzerine çalışmalar yapar.
1912 yılında Balkan Harbi’nin ağır yenilgisiyle sarsılan Devlet-i Aliyye’nin içine düştüğü buhranlı dönemde Gökalp, Tıbbiyeli Türkçülerin kuruluşuna öncülük ettiği Türk Ocağı’na katılır. Bu dönemde “Türk Yurdu” dergisinde en önemli eseri sayılabilecek “Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muâsırlaşmak” makaleleri yayımlanır.
“Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muâsırlaşmak” fikri bu dönemin ağır şartlarının ve çökmekte olan devleti kurtarma arayışının bir sonucu sayılabilir. Bu fikir, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarda bulunduğu yıllarda cemiyete fikri ve siyasî manada büyük destek olmuştur.
Dönem içerisinde ortaya çıkan ve Yusuf Akçura’nın ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ eserinde aktardığı Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük siyasetleri Devlet-i Aliyye’yi kurtarmanın birer reçetesi olarak ortaya çıkmıştı. Nevzat Kösoğlu’nun ifadesiyle, “İttihat Terakki siyaset olarak Osmanlıcılığa ve İslâmcılığa samimiyet ve şiddetle sahip çıkmıştı. Ama Balkan Savaşı yaşandıktan ve Arnavutluk da koptuktan sonra, bu siyasetler zahiri birer söylem olmaktan öteye geçemiyor, toplumsal bir gerilimi temsil ediyordu.”
Gökalp, yine Nevzat Kösoğlu’nun ifadesiyle, “İslâm âlemini ve Osmanlı Devleti’ni parçalayan ‘içtimaî mikrobun’ yani milliyetçiliğin artık biraz da bizim milletimizin faydasına olarak kullanılması gerektiğinin Parti’ye kabul ettirmeye çalışıyordu. Talat ve Enver Paşa ise, Gökalp’ın inandığı, bu fikir ve birliğin sembolleri konumundaki kimselerdi.”
Böylesi bir durumda önce Gayrı Müslimlerin ardından Müslim unsurların ayrılık hareketleri sonrası gerek Gökalp gerekse İttihat Terakki, Türk milliyetçiliği fikrinin tek çıkar yol olduğu konusunda hem fikirdiler. Taha Parla, bu anlamda Gökalp’ı tarif ederken, “İttihat ve Terakki’nin resmî, Kemalistlerin gayriresmî ideologu” ifadesini kullanır.
Bu milliyetçilik tezi için Gökalp’ın “Çağdaş bir İslâm Türklüğü” yaratmak istediğinden bahsetmek yerinde olacaktır. Kerem Ünüvar bu terkibi tanımlarken şunları söyler: “Türkleşmek ve İslâmlaşmak mefkûresi Muâsırlaşmak ile çatışmasız bir biçimde hemhal olacaktır.”
Gökalp’in, ‘Türkleşmek ve Türkçülük’ vurgularının tamamının odak ve kalkış noktası ‘millet’ kavramıdır. Gökalp’a göre millet; aynı eğitimi görmüş, ortak bir dili, duyguları, idealleri, dini, ahlakı ve estetik duyarlılığı paylaşan bireylerden oluşmuş bir topluluktur. Bir başka ifadeyle millet, aynı terbiyeye mensup olmanın sonucudur. Milliyet ise millet kavramını tetikleyen ve koruyan iradî şuurdur. Gökalp ulusların oluşumunu, üç aşamalı bir yol olarak görür. Kabile, ırk ve dil birliğine dayanan ilk aşamayı, ümmet din birliğine dayanan ikinci aşamayı, ulus ise kültür ve medeniyetten doğan üçüncü aşamayı ifade eder. Bu üç aşamalı yolculuk ulus devlet sürecinin tarihî serencâmını özetler niteliktedir.
Gökalp’e göre Türkçülük, “Türk milletini yükseltmek” olarak tanımlanır. Ziya Gökalp, Türkçülüğün milli kültürü arama ihtiyacından doğduğu düşüncesindedir. Gökalp’ta Türkçülük millet gerçeğine ve bu gerçeğin dayandığı kültürel zemini ortaya çıkarmaya, kültürel anlamda Türk milletini yükseltmeye dayanmıştır. Nevzat Kösoğlu Gökalp’ın milliyetçilik anlayışının ‘kültür ve iman birliğine’ yaslandığını ve bu kavrayışın onu Akçura ve Ağaoğlu’ndan ayırdığını vurgular.
Millet kavramını incelerken Gökalp, dayanışmaya ayrı bir önem vermiştir. Onun bu tutumu sosyal dayanışmacı anlayışını gözler önüne serer.
Solidarizm olarak da tanımlanan bu anlayış toplumu fonksiyonel olarak birbirine bağımlı parçalardan oluşan bir bütün olarak ifade eder. Gökalp’ın Durkheim’dan etkilenerek benimsediği solidarizm temel olarak toplumsal dayanışmanın ürünüydü. Serdar Sağlam, Türk Yurdu dergisinde bu solidarist-dayanışmacı anlayışın meslek gruplarına yani korporasyonlara dayandığını ifade ediyor. Meslek gruplarının dayanışmasıyla vücuda gelen kolektif bilincin temelinde ise ‘meslek ahlakı’ yatıyordu. Taha Parla, Gökalp’ın bu anlayışını ‘solidarist korporatist’ olarak tanımlar. Parla’nın şu ifadeleri mühimdir: “Gökalp, dayanışmacı ahlakın yol göstericiliği altında, bilimsel olarak gelişebilecek biçimde reformize edilmiş bir toplum modeline ulaşır.”
Gökalp, ‘İslâmlaşmak’ konusunda dikkatle incelenmelidir. Zirâ “İslâmlaşmak” ile “İslâmcı siyaset gütmek” birbirinden hayli farklıdır. Gökalp’ın İslâmlaşmak adına ortaya koyduğu ümmet programı sosyal, kültürel ve entelektüel olarak Müslüman unsurlar arası kurumsal birlikteliği korumaya yönelik sivil bir programdır. Siyasi olarak ‘İttihad-ı İslâm’ gibi İslâmcılığın temel gayesi olan Müslüman unsurların tek bir siyasi şemsiyede toplanma endişesi Gökalp’te yer bulmaz. Hatta bu durum kozmopolit ve enternasyonal bir milliyetsizlik doğuracağından ve ayrıca millet kavramının nasyonal yapısına aykırı düştüğünden buna şiddetle karşı çıkar.
Mehmet Kaan Çalen’e göre Gökalp, “İslam ümmetçiliği ve İslam milliyetçiliğini” birbirinden ayırmıştır. Böylece İslam milliyetçiliğini çağrıştıran, Müslümanların bir millet teşkil ettiği fikrine karşı çıkmıştır. Gökalp, İslâmlaşmanın temel unsuru olarak İslâm’ı Türk milletinin yapı taşı olarak görüyordu. Ayrıca beynelmilel bir program dâhilinde, Arap harflerini muhafaza etmek, ilmi kavramları müşterek hale getirmek, ortak bir İslâm terbiyesi oluşturmak, müftülük teşkilatları arasında bir irtibat yaratmak, hilâlin kutsiyetini korumak gibi maddelerle kültürel ve kurumsal bir ümmet programı ortaya koymuştur. Ayrıca Gökalp’e göre millet mefhumu diğer bütün sosyal kavramlara üstün tutulması gereken bir gerçektir ve şöyle der: “Hulâsa kavme, ümmete, devlete, vatana, aileye, sınıfa hirfet ocağına mensup ne kadar mefkûreler varsa, cümlesi milli mefkûrenin muavinleridir.”
Gökalp, muâsırlaşmayı tanımlarken, “şekil ve yaşayış yönünden Avrupalılara benzemek değil, bilgi ve sanayi mallarını Avrupa’dan alma zorunluluğundan kurtulmak” olarak tarifler. Yine Mehmet Kaan Çalen’in belirttiği üzere Gökalp, “Muâsırlaşmak kavramını herhangi bir fikrin veya grubun tekeline bırakmaz ve değişen dozajlarda bütün fikir akımlarının muâsırlaşma eğilimi taşıdığının altını çizer.”
Gökalp muâsırlaşma konusunda da Tanzimat dönemini kozmopolit bir muâsırlaşma telâkkisinden dolayı eleştirir. Kozmopolit bir muâsırlaşma yerine milli bir modernleşme teklif etmektedir. Çünkü o asrı yakalamayı eşya ve alette, fen ve teknikte aramaktadır. Bu noktada Gökalp’in ‘hars ve medeniyet’ ayrımı kendini gösterir. Bu ayrıma göre hars yani kültür milli olduğu halde medeniyet milletlerarasıdır. Medeniyet ferdî iradeyle ve yöntemle meydana gelirken, kültür millî vicdanın doğal ürünüydü. Kültür duygu ve yaşam tarzından, medeniyet bilgi ve teknikten oluşmaktaydı. Medeniyetler arası geçiş mevcutken kültürel geçiş mümkün değildi. Bu yüzden bir millet kültürünü değiştiremezken medeniyetini değiştirebilirdi.
Yılmaz Özakpınar, Erol Güngör ve İskender Öksüz bu sınıflamayı ciddi biçimde Türk Yurdu dergilerinde eleştirmişlerdir. Ancak yazımızın maddi alanı gereği, bir başka yazıda bu meseleler ayrıca ele alınacaktır.
Halil İnalcık, Gökalp için “ateşli bir milliyetçiydi” ve “mili bir devletin seküler olmasına inanmıştı” diyor ve tezine dair şu cümleleri yazıyor: “Gökalp’ın modernleşmiş Türk İslâm düşüncesine ait teorisi ilahî kaynaklı olmaktan ziyade, sosyal kaynaklı uzlaşmaya dayanan ve bundan dolayı; seküler değişime paralel olarak değişebilen İslâm’ın kurallarının bir kısmına yönelikti.”
Sonuç olarak Gökalp, Türklerin aynı anda Türk milletine, İslâm ümmetine ve Avrupa medeniyetine ait olduğunu iddia etmiştir. Bu teziyle gerek Türk siyasetindeki ideolojik oluşumları yakından etkilemiş hatta bir kısmına kaynaklık etmiş gerekse Cumhuriyet öncesi ve sonrasında sosyolojik ve kültürel inkılâpların ilham kaynağı olmuştur. Bu mücadele uğrunda kısa ancak çileli bir ömre birçok eser sığdırmış, Yahya Kemal’in ifadesiyle radyum dimağına sahip, Türk modernleşmesine damga vurmuş büyük bir mütefekkirdir.